Prof Dr Anıl ÇEÇEN
Ankara, 08.05.2007
Bir ulus devlet kurabilmek için ortada ulusal bir toplum yapısının bulunması gerekmektedir. Tarihsel süreç içerisinde bir bölgede ya da ülkede yaşamakta olan halk topluluğu uzun süren beraberlik içinde ortak özelliklere sahip olursa uluslaşma aşamasına gelir ve kendini yönetme olgunluğuna eriştiği zaman da siyasal ve hukuki düzeyde örgütlenerek kendi devletini kurmaya hakkı vardır. Her devletin de kendi ulusunu yaratmak, kendi ülkesi üzerinde yaşamakta olan toplumun istikrarlı bir şekilde uluslaşmasını sağlamak gibi hakları vardır. Bu çerçevede ulus devletlerin ulusal kimlikleri doğrultusunda bir devlet toplum ya da devlet ve millet bağlantısı kurulmaktadır.
Aynı topraklarda yaşayan, benzer toplumsal kökenden gelen, aralarında tarih, dil, din, kültür ve ortak yaşam düzeni ile ortak bir gelecek arayışı olan toplumlara ulus adı verilmektedir. Ulus kendini oluşturan bireylerden bağımsız, bölünmez bir bütün olan egemenlik sahibi soyut bir varlık olarak tanımlanmaktadır. Ulusu oluşturan bütün bireyler ulusal bir eğitim sisteminden yetiştirilerek bir bütünün parçaları olarak toplumsal yaşama dahil edilirler. Tarih sahnesinde feodalizmin çökmesi ve insanların kırsal alandan kentlere yönelmesi ile uluslaşma olgusu başlamıştır. Irk kavramı biyolojik birlikteliği ifade etmesine rağmen bazen ulus ile ırk kavramı karıştırılmaktadır. Etnik anlamda bir insan boyunun doğuştan gelen fiziksel özelliklerle yarattığı insan topluluğuna ırk adı verilmektedir. Halk kavramı ise belirli bölge ve zamanda bir arada yaşayan insan topluluğunu ifade eder. Ulus kavramı ise maddi olgunun ötesinde geçmişten gelen ve geleceğe yönelen boyutlarıyla manevi değerleri de kapsamaktadır. Elle tutulmayan ama toplum içinde geçmişten geleceğe doğru uzan yapısı ile varlığını sürdüren değer yargıları toplumları uluslaşmaya götüren ana öğelerdir. Millet kavramı bu olgunun Arap dilindeki karşılığıdır. Ümmet kavramı zaman içinde millet kavramına dönüşmüştür ve daha çok dinsel niteliklerin ağır bastığı bir halk topluluğunu açıklamaktadır. Ulus kavramı ise, Moğolca kökenden gelmekte olup bir bölgede yaşayan insan topluluklarının oluşturduğu bir büyük birlikteliğin toplumsal yapısını açıklamaktadır, daha laik ve dinin ikinci planda kaldığı bir toplum yapısını dile getirmektedir.
Feodal kırsal yapılardan merkezi ülke devletlerine geçiş sancılı olmuştur. Geleneksel kuralların yerini hukuk sistemine terk ettiği bu süreç zamanla halk egemenliği ve yurttaşlık olgularını ortaya çıkarmıştır. Bir ülkede jeopolitik birlikteliğin sağlanması ulusal egemenlik düzeninin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Etnik ulusçuluğun yanı sıra ülke ya da vatana bağlı bir ulusçuluğun ortaya çıkmasıyla bazı önemli devlet yapıları ulusal karakterde yerine oturtulabilmiştir. Aynı ülkenin ya da vatanın çocukları olmak yeterli sayılmış ve etnik kimliklerin alt tabakada kaldığı bir üst kimlik olarak ulusçuluk ya da ulusalcılık vatan yada ülke birlikteliğine bağlı olarak gündeme gelmiştir. Vatan birliği zaman içinde dil ve kültür birliği ile tamamlanınca uluslaşmanın daha üst bir aşamaya geldiği görülmektedir. Uzun süre birlikti yaşayan topluluklarda ırk, soy ya da etnik köken gibi ortak değerler ortaya çıkabilmektedir. Her devletin içinde yer alan ulusların ülke koşullarının farklılığına göre birbirinden çok ayrı özellikler ve yapılar göstermesi mümkündür. Har ülkenin ulusal yapısı aynı zamanda bir kimlik yansıttığı için hem toplum hem de devletin ulusal bir kimliğe sahip oldukları söylenebilir. Kimlik tanımlanırken, toplum ya da gruplardan önce bireyleri temel olarak ele almak gerekir. Bireylerin kimlikleri en geniş anlamlarıyla onların bütün özelliklerinin toplamıdır. Bir insanın doğuştan sahip olduğu özellikler, eğitim biçimi, kültürü, ailesi ve çevresinden kazanmış olduklarının tamamı o kişinin kimliğinin bütününü oluşturur. Toplumların da bir kimliği bulunmaktadır. Ulus toplumlar bu doğrultuda birer ulusal kimliğe sahiptirler. Uluslar ülke içindeki bütün alt kimlikleri ve etnik kökenleri bir araya getirmektedir. Ulusal kimlikler bir ulusun sahip olduğu tüm ortak özellik ve değerlerin bütünüdür. Bir ülkenin ulusal çıkar ya da yararından söz ederken o ülkedeki ulusal kimlikten hareket edilerek bir sonuç çıkarılmaya çalışılır. Bireylerde ulusal kimlik bilinci yüksekse ulusal yararlar doğrultusunda hareket etmek genel bir kural haline gelmektedir. Kimlik öğeleri ne kadar uyumlu ise ulusal kimlik de o derece güçlü ve kalıcı bir yapıda karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamda görülen özdeşlikler, ulusal kimliğin oluşumunda son derece önemlidir. Farklılıklar ulusal bir kimliğe sahip olmayı engellediği gibi toplumun bütünü açısından da bölücü bir anlam taşımaktadır. Ulusal kimlikler baskın ve ezici olmazlarsa, alt kimliklerin de bir üst kimlik olarak ulusal kimliğin çatısı altında bir araya gelmeleri mümkün olabilmektedir.
Orta Asya’dan gelerek ön Asya’ya yerleşen ve Anadolu’yu yurt yapan Türklerin de bir ulus kimliği bulunmaktadır. Türk ulusal kimliği Türklerin Anadolu yarımadasındaki bağımsız bir devlet olarak kurulmasına kadar giden bir süreçte önemli aşamalardan geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile çağdaş bir nitelik kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş Türkiye halkına Türk ulusu denilerek Türk ulusal kimliği önem kazanmıştır. Türklerin ulusal kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bir devlet üyeliği gibi de gündeme gelebilir ya da Türk dünyasını içeren geleneksel kimlik olarak da Türk ulusal kimliğinden söz edilebilir. Ulus devletlerin bir ulusal kimlik inşa etmesi Türkiye’de de gündeme gelmiş, Türklerin ulusal devletini dünyanın merkezinde kuranlar, ciddi bir Türk ulusal kimliği araştırmasına giderek bunu bilimsel yönden inşa etmenin yolunu aramışlardır.
Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Avrupa kökenli ulusçuluk akımları balkan bölgelerinde batı destekli geliştirilince balkan devletleri teker teker Osmanlı imparatorluğundan ayrılmışlardır. Uluslaşma hareketleri bir anlamda altı yüzyıllık imparatorluğun çöküşüne yol açmış, ana ülkesini elinden kaçıran Osmanlı arka ülkesi olan Anadolu ve Arap yarımadasına çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında batının ulus devletlerine karşı savaşan Osmanlı yönetimi ulus devletlere karşı savaşan bu devletin de kendi ulusunu aradığını dile getirmişlerdir. Ulus devletlere karşı savaşmak Osmanlı vatandaşlarının da ulusalcı yönelişini öne çıkarmış ve devleti güçlendirmek için güçlü bir ulusal yapılanmaya gereksinme dile getirilmiştir. Ulusal yapının güçlü bağları olmadığı için imparatorluğu bir arada tutan bağlar kopmuş, ortaya çeşitli bölgelerde küçük devletçikler çıkartılmıştır. Böylece uluslaşma süreci imparatorluğu parçalarken küçük devletlerin de ulusal kimlikle dünya sahnesine çıkmasının yolu açılmıştır. Ulus devlet olarak bağımsızlık kazanan yeni siyasi yapılar, uluslar arası ilişkilerinde ulusal kimliğin getirmiş olduğu net ve kesin görünümlü bir kişiliğin gereklerini yerine getirmeye çaba göstermişlerdir. Ulusal kimliğin uluslar arası ilişkilere yansıması evrensel alanda yeni bir dönemin başlangıcı olmuş ve bu durumdan yeni kurulan ulus devletler yararlanmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda imparatorluğun dağılmasıyla beraber, balkanlar tümüyle elden gitmiş, Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde ise Araplar kendi devletlerini kurabilmek için isyan etmişlerdir. Ortadoğu’da İngiliz ve Fransız ordularının Arap bölgelerini işgal etmeleri üzerine geride kalan merkez ülke Anadolu’da Misak-ı Milli ile ulusal sınırlar çizilerek bir ulusal kurtuluş savaşı başlatılmıştır. Ülke sınırları ulusal anlamda çizilirken ve bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek gelecekte yeni bir ulus devletin kurulması hedeflenirken, artık yeni bir ülke ve devletin sahibi olacak topluma da bir ulusal ad bulmak gerekiyordu. Misak-ı Milli ve Amasya genelgesi ile millet kavramını dile getiren yeni kurtuluş hareketinin öncüleri Anadolu’da oluşturacakları ulus devletin adını Türkiye koyarak belirliyorlardı.ülke ve devletin adı Türkiye olarak belirlendiğine göre bu ülkede yaşayan ve yeni ulus devleti kuran ulusun adı da Türk olacaktı. Tarihsel süreç içinde Anadolu’da bir Türk devletini ulus devlet olarak gündeme getirmenin zorunluluğu o dönemin koşullarında açıkça ortaya çıkıyordu. Dünyanın merkezinde artık çok uluslu bir imparatorluk değil, bir ulus devlet var olacaktı ve bu siyasal yapı da tarihin getirmiş olduğu verilerin bir sentezi olacaktı.
Türkler Anadolu’ya doğudan yani Asya’dan gelmişlerdi. Türkçülük ise giderek Avrasya’da yayılan Rus hegemonyasına karşılık Tataristan’ın başkenti Kazan ve daha sonra da kırım üzerinden yani kuzeyden gelmiştir. Türkler ile ilgili bütün konuların bilim dalı olan Türkoloji ise batıdan yani Avrupa ülkelerinden gelmiştir. İlk Türkoloji çalışmaları Fransız devrimi sonunda Paris’te başlamış, Budapeşte’de gelişmeler göstermiştir. Türk devleti kurulurken gerekli olan bilgi ve bilimsel birikim Budapeşte üzerinden Anadolu’ya taşınmıştır. Atatürk Ural-Altay bölgesinden çıkarak Avrupa’nın merkezinde bir Türk imparatorluğu kurmuş Macarları yakından incelemiş, devletin kurulduğu ilk yıllarda Macar asıllı uzmanları Ankara’ya davet ederek yeni devletin kuruluşunda onlardan yararlanmıştır. Bir anlamda Macarların devlet birikimi Anadolu’da Türk devletinin kuruluşunda temel hareket noktası olmuştur. Macarlar sayesinde Türkoloji Avrupa üzerinden batıdan gelmiştir. İslamiyet ise Arap yarımadasından çıktığı için güneyden gelmiştir. Böylece, Türkler, Türkçülük, Türkoloji ve İslamiyet dünyanın merkezi bölgesi olan Anadolu topraklarında tarihsel sürecin getirdiği bir ulusal sentez yaratmıştır. Tarih bilincine sahip olan Atatürk böylesine bir sentezi Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken gerçekleştirmiştir.
Böylesine bir tarihsel sentez ile ortaya çıkan Türk ulus devleti imparatorluğun arka ülkesinde ulusal bir Cumhuriyet olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Türklerin bin yıl yaşadığı Avrasya hegemonya kavgasında Rusların yayılmasına tepki olarak Türkçülüğün bu coğrafyada çıktığı Fransız devrimi sonucunda Türkoloji çalışmalarının Türkiye’ye taşındığı ve bin dört yüz yıl önce bu bölgede çıkan bir dinin Anadolu topraklarını kapsadığı dikkate alınırsa ancak bu birikimden yararlanılarak bir ulus devlet kurulabilirdi. Devletin kimliği ulusal bir tabana oturtulurken bu ulusun adının tarihsel ve bilimsel bilgi birikimine dayanarak belirlenmesi gerekiyordu. Mustafa kemal bu konulara dikkat ederek Türk devletinin kuruluş adımlarını atmıştır.
Türkler tarihin eski dönemlerinden bu yana var olan ve sürekli devletler kuran bir kavimdir. Ural-Altay bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türkler Orta Asya’da yayılarak önce Çin taraflarına, sonra da güneyde Hindistan ve Ortadoğu, batıda Rusya ve Avrupa bölgelerine doğru sürekli göçler yürütmüşler ve gittikleri bölgelerde kalıcı devlet düzenleri kurmuşlardır. Milattan önce üç binli yıllardan başlayarak, milattan sonra iki binli yıllara kadar Türkler her dönemde dünyanın belirli devletler kurarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Moğollar ve tatarlarla birlikte Asya devletleri kuran Türkler, daha sonra da Ortadoğu, Rusya ve Avrupa topraklarında uzun süreli büyük imparatorluklar kurmuşlardır. Türklere o dönemde Asya kavimleri török adını takmışlar, bu ad zaman içinde Türk’e dönüşmüştür. Türklük kavramı Türkler ile tarih sahnesine çıkan ve Türk kavimleri ve devletleri ile devam eden bir çizgiye sahiptir. Türklük günümüzde hem Türkiye Cumhuriyeti hem de diğer Türk kökenli devletler açısından bir ulusal kimlik belirtmektedir. Milliyetçilik akımları on sekizinci yüzyılın ürünü olduğu için o güne kadar bugünkü anlamıyla bir Türk ulusundan söz etmek mümkün değildi. Ne var ki, Ural-Altay bölgesinden çıkan çeşitli topluluklar, aynı kültür ve dili paylaştıkları için bunlara Türki kavimler ya da Türk asıllı topluluklar adı verilmekteydi. Büyük göçler zamanında Asya’dan Avrupa’ya giden önemli sayıda Türk asıllı kavim olmuştur. Bugünkü Finlandiya, Macaristan, Bulgaristan, Estonya ve Çek Cumhuriyeti Türk asıllı kavimlerin Avrupa’da kurdukları devlerdir. Bunlardan önce hunlar, Avarlar ve hazarlar bu bölgede büyük Türk imparatorlukları kurmuşlardır. Türk asıllı kavimler birçok devlet kumalarına rağmen ilk kez Türk adıyla bir Türk devleti Osmanlı imparatorluğunun çöküşü üzerine Anadolu topraklarında kuruluyordu.
Köken, dil ve tarihsel verileri kullanarak heterojen topluluklardan bir Türk ulusu inşa etme girişimleri Fransız ihtilalinden sonra on dokuzuncu yüz yıldaki Türkoloji çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştır. Avrupa ülkelerindeki krallıklar zaman içinde yayılan milliyetçiliğin etkisiyle ulus devletlere dönüşürken, Avrupa’nın doğusunda kalan Avrasya kıtası da batılı bilim adamlarının ilgisini çekiyordu. Bu nedenle, hem Ruslar hem de Türkler üzerine bilimsel çalışmalar başlatılarak gelecekte Avrasya kıtasında yer alacak devlet yapılanmalarının dayanabileceği ulusal yapılar oluşturma çalışmaları batıdan doğuya doğru gelişme göstermiştir. fransa ve Macaristan üzerinden başlatılan Türkoloji çalışmaları Avrupa’dan Türkiye’ye yansımış, Osmanlı devleti zamanında jöntürk hareketi Osmanlı topraklarına Türk kavramını getirmiştir. Jöntürkler sayesinde Türkoloji çalışmaları İstanbul’a ve Osmanlı ülkesine taşınmıştır. Atatürk yeni başkent Ankara’da devleti kurar kurmaz ilk açılışını yaptığı fakülte dil-tarih ve coğrafya fakültesi olmuştur. Çünkü bir ulus devlet kurarken, tarih, dil ve coğrafya bilgilerinin ne denli önemli olduğunu biliyordu. Bu bilim dallarının verilerinden yararlanarak bir çağdaş ulus devlet ve ulusal kimlik yaratabilmenin arayışı içindeydi. Orta Asya’dan çıkarak atlas okyanusu ile Pasifik okyanusu arasında kalan alanlarda egemenlik kuran Türklerin ilk kez çağdaş bir ulus devlete Atatürk sayesinde Anadolu üzerinde sahip oldukları Birinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda görülmüştür. Devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak konurken milli sınırlar içinde kalan vatanın adı da Türkiye olarak belirleniyordu. Bilimsel gerçekler üzerine inşa edilen ulusal kimliklerin daha kalıcı olması, diğer ulus devletlerle ve ulusal toplumlarla sürdürülen yarışta, dil ve tarih ile sosyal bilimlerin diğer dallarından yararlanılmıştır. Daha sonraki dönemlerde türk dil kurumu ile türk tarih kurumu bu amaçla oluşturulmuş ve bu kurumlar aracılığı ile türk tarihi ve dili üzerine bilimsel toplantılar ve kongreler düzenlenerek, araştırma ve yayınlar yapılarak, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kimliğinin bilimsel açıdan da güçlü olmasına çalışılmıştır. Geçen yüzyılın başlarında kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir yüzyıla yakındır yapılan bilimsel çalışmaların sonucunda yeni bir yüzyıla erişmiş ve zaman içinde yapılan çalışmalarla ulusal kimliğini güçlendirerek yoluna devam etmiştir. Sosyal bilimlerin verilerine dayanan bir ulusal kimliğin ne derece güçlü olacağını gösteren en önemli örneklerden birisi Türkiye cumhuriyeti’dir. Uluslaşma döneminde, tahsil için batıya giden Osmanlı gençleri Paris merkezli Türkçülük akımlarının etkisi altında kalınca, ülkelerine dönerek genç Türkler hareketini başlatmışlardır. Kendi ulusunu arayan bir devlet konumuna sürüklenen Osmanlı imparatorluğu, Osmanlılık doğrultusunda bir ulus yaratamayınca, Avrupa’daki Türkoloji çalışmalarının etkisi ile gündeme gelen jön Türkler hareketi öne çıkmış ve Osmanlı halkının zaman içinde Türkleşmesine giden yol böylece açılmıştır. Padişahlık rejimine karşı çıkan ve batı ülkelerinde olduğu gibi cumhuriyet rejimi ardından koşan Osmanlı gençleri jön türkler5 içinde örgütlenerek yeni bir ulus devletin gündeme gelmesine yardımcı olan Türkçülük çalışmalarının içine girmişlerdir. Jön Türk hareketinin yaptığı çalışmalar, imparatorluk sonrasında ulus devlete geçerken ve bu ulusun adı Türk olarak belirlenirken fazlasıyla katkı sağlamıştır.
Rus Çarlığının giderek yayılması, bütün kuzey Asya’dan sonra Orta Asya ve Kafkaslar gibi bölgelerde hegemonya kurmasına karşı, Türk asıllı halklardan olan Tatarların ülkesinde, Rusçuluk akımına karşı ciddi bir direniş örgütlenmiş ve bunun sonucunda Kazan Tatarlarının çalışmalarına Kırım Tatarları da katılınca, bu
Bölgeden çıkan Yusuf Akçura, İsmail Gaspralı, Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi Arsal gibi Tatar asıllı bilim ve siyaset adamları Ak ülke olarak adlandırdıkları Anadolu’ya gelerek Türkçülük akımını getirmişler ve sahip oldukları Türkçü birikimi Anadolu’daki Türkleşme hareketine katkı olarak sunmuşlardır. Tatar asıllı bilim ve siyaset adamlarının getirmiş oldukları birikimin Anadolu halkının Türkleşmesinde çok önemli katkıları olmuştur. İkinci meşrutiyet yıllarında Yusuf Akçura’nın İstanbul’da önce Türk Derneği kurması, daha sonraları da daha büyük bir örgütlenme olarak Türk Ocaklarını örgütlemesi, Anadolu’da başlamış olan Türkleşme hareketine örgütlü bir yapı kazandırmıştır. Türk Derneği kurulmasıyla beraber Türkçülük çalışmaları daha planlı ve örgütlü bir aşamaya gelmiş, Türk Ocaklarının kurulmasıyla beraber de dergi ve kitap yayıncılığı başlamış, yapılan bilimsel çalışmalar yayınlar aracılığı ile ülke çapında aydınlara ulaştırılmağa çalışılmıştır. Fransız devrimi sonrasında 1822’li yıllarda Paris’te başlayan Türkoloji çalışmaları yayılarak Türkçülük akımlarının doğmasına neden olmuş ve arada bir yüzyıl geçtikten sonra da dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk devletinin kurulmasına yardımcı olmuştur. Birinci dünya savaşı yıllarında Yusuf Akçura’nın öncülüğünde kurulan Milli Türk Fırkası da, Türkiye Cumhuriyetinin bir ulusal Türk devleti olarak kurulmasında önde gelen bir etki yapmıştır. Türkçülük akımlarının örgütlü bir düzeye gelmesi yeni kurulmakta olan ulus devletin Türk kimliği ile ortaya çıkmasına yardımsı olmuştur. Anadolu’da yaşamakta olan Türkler kendi ulus devletleri olarak Türkiye Cumhuriyetini kuruyorlardı.
Türk Derneği ile beraber Türk Yurdu dergisinin de Anadolu’daki uluslaşma sürecinin Türkleşme doğrultusunda gelişmesinde önemli bir payı vardır. İmparatorluğun tesliminden sonra yeni bir Türk devleti için Milli Türk Fırkası da önde gelen etki yapmıştır. Ne var ki, Anadolu’daki ulus devletin bir Türk devleti olmasını sağlayan esas kuruluş Türk Ocaklarıdır. Bu kuruluşlar çok uluslu imparatorluktan tek uluslu ulus devlete geçişi sağlayan köprüler olmuştur. İkinci meşrutiyet sırasında kurulan Türk derneği Kırım, Macaristan ve Bulgaristan’dan sonra İstanbul’da şube açmıştır. Bu dernek, Kırım’daki Türkçülük çalışmaları ile Budapeşte’deki Türkoloji çalışmaları arasında bir işbirliği ve koordinasyon sağlamış ve bu iki bölgedeki birikimin bir Türk devleti kurmak üzere İstanbul üzerinden Anadolu’ya taşınmasını sağlamıştır. Türk derneği Türk asıllıların yanı sıra Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarına da çatısı altında yer vermiştir. Türk Derneği Türkçe üzerinde bilimsel çalışmalar yaparak bütün Türk dünyasının tek bir dilin yardımı ile ortak bir kültüre sahip olması için çaba gösteriyordu. Türk derneğinin çalışmalarına daha sonraları Türk Yurdu Derneği çatısı altında devam edilmiştir. Türk Yurdu Derneği de uzun ömürlü olamamış ve daha sonraları bütün Türkçülük çalışmaları Türk Ocakları çatısı altında bir araya getirilmiştir.
Askeri tıbbiyenin öğrencilerince kurulan Türk ocakları 1911 yılında resmen çalışmalarına başlamıştır. Türk soyunun geliştirilmesi amacıyla oluşturulan bu ocaklar,ittihat ve terakki iktidarı döneminde bu parti ile yakın çalışmalar yapmışlardır. Rusyadaki Narodnik hareketinin doğrultusunda halka gitmek ilkesiyle yola çıkan Türk ocakları Anadolu’da örgütlenirken, halka doğru gitme çalışmalarında sürekli olarak Türkçü temaları işleyerek Anadolu insanının Türkleşmesinde bir öncü rolü üstlenmiştir. Bilimsel ve kültürel çalışmalara da geniş ölçüde yer verilen Türk ocaklarında ulusal kurtuluş savaşının öncülüğünde yapılmıştır. Ülkedeki Türk kökenli olmayan toplum kesimleri daha çok ülke ve kültür birliği çerçevesinde ele alınarak, Türklerle kaynaşabilmeleri için girişimlerde bulunuyordu. Atatürk yurt gezileri sırasında ülkenin her bölgesindeki Türk ocağı şubelerine gidiyor ve buralarda yaptığı konuşmalarla, halk arasında Türkçülüğün yaygınlık kazanmasına yardımcı oluyordu. Halka gitmek, halkla bütünleşmek ve çağdaş uygarlığı ülkeye getirmek prensipleri Türk ocaklarının çalışmalarında yer almaktadır. Eğitim ve kültür çalışmalarıyla yeni kurulan Türk devletinin kendisine bir ulus yaratma çabalarında Türk ocakları bütün yurtta yaptığı çalışmalarla toplum içinde öncülük görevini yerine getiriyordu. Böylece, kısa zamanda Anadolu ve Rumeli halkının Türk ulusal kimliği kazanmasında Türk ocaklarının önde gelen bir yeri bulunmaktadır. Türk ulusal kimliğinin yaratıcısı örgüt Türk ocaklarıdır.
Adı Türk olan bir ulus ve devlet yaratmak, Türkiye’de ortaya çıkan ulusal kimlik sürecinin başlangıcıdır. Türklük hem bir ortak kökenden gelmeyi belirtir, hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın göstergesidir. Türk dünyası açısından Türklük ele alınırsa, Türk topluluklarından ya da devletlerinden birisine vatandaşlık ya da başka tür bağlılıklarla bağlı olan kişiler de Türk sayılmakta, Türkiye cumhuriyeti vatandaşları da Türk kabul edilmektedir. Türk dünyasının bir üyesi olmak bir kültürel ve sosyal bağı ortaya çıkarmakta, ama Türkiye cumhuriyeti vatandaşı olmak ise bir hukuki bağı göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti anayasasına göre Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk kanından ya da soyundan gelmek gibi bir etnik köken ulusalcılığı burada aranmamış, aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal’in söylediği gibi Misak-ı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denilerek bir ülke ulusçuluğu modeli geliştirilmiştir.Türk devletinin çağdaş bir cumhuriyet yapılanması ile ortaya çıkması, geçmişte kalmış kan ve ırk bağına bağlı katı milliyetçiliği bir yana bırakmış ülke ve ortak yaşam düzenine bağlı vatanseverlik çizgisinde yeni bir Türk kavramı gündeme getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan ve devletin ilgili makamlarının izniyle vatandaşlık statüsü kazanan herkes Türk’tür. Türk vatandaşları arasında hiçbir biçimde etnik köken ayrımı yapılmaz. Herkesin alt kimliği kendi kültürel zenginliği olarak kabul edilir ve bu farklı alt kimliklerin ülke ve milletin bölünmesi için dayanak yapılmasına izin verilmez. Anayasa ve yasalarda yasaklanmış olan bölücülük suçu bu konuyla ilgili istismarları açığa çıkarmakta ve Türk devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olması biçimindeki anayasa ilkesinin yaptırımı olarak makamlarca uygulanmaktadır.
Altı yüz yıllık bir imparatorluğun üç kıtaya yayılmış ülkesinden gelen göçmenlerin, merkez ülkede direnerek oluşturdukları bağımsız ulus devlet kendisine toplumsal taban olarak Türk ulusu kabul etmiştir. Ulusal kurtuluş savaşı süreci içinde vatan kavramıyla beraber ulus kavramı da gündeme getirilmiş, saldırıya uğrayan vatanın kurtarılması için ulusun azmi ve kararlılığı bütün dünyaya gösterilmiş böylece ulus devletin kurulmasına ve dolayısıyla bir ulusal kimliğin meydana gelmesine giden yolu açmıştır.Türkiye’de yaşayan herkesin Türk sayılması onların bu ulusal kimlikten anayasal düzen çerçevesinde yararlanmalarını sağlamaktadır. Vatandaşlık hukuk’u ve uluslararası insan hakları düzenlemeleri çerçevesinde Türk vatandaşlarının ulusal kimliği, ulusal ve uluslararası hukukun koruması altındadır. Bu doğrultuda Türk vatandaşları uluslar arası alanda benimsenmiş bütün insan haklarından eşit düzeylerde yararlanma hakkına sahiptir.
Ulusal kimliği tanımlayan Türklük kavramı son yıllarda Türkiye’yi belirli yerlere çekmek isteyen kesimlerce tartışma konusu haline getirilmektedir. Türklüğün belirsiz bir kavram olduğu, bu nedenle yasalarla korunamayacağı öne sürülmektedir. Beş bin yıllık Türk devletleri tarihi görmezden gelinmekte, Türklerin Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu aracılığı ile Önasya’da bin yıldır devlet olarak yaşadıkları gerçeği görmezden gelinmektedir. Avrupa ülkelerinin tamamında ulus devletlerin dayandıkları kendi ulusal varlıklarını koruyan, ulusun adını koruma altına alan çeşitli anayasal ve yasal düzenlemeler yokmuş gibi hareket ederek Türklük kavramını yasalarla korunmasına karşı çıkılmaktadır. Bir ulus devletin diğer ulusların bulunduğu uluslar arası alanda devletlerarası rekabet düzeni içinde kendini ve ulusunu gene kendi organlarıyla çıkardığı yasal düzenlemeler aracılığı ile koruması son derece doğal bir durumdur. Bütün batı ülkelerindeki bu genel durumun Türkiye’de de olmasından rahatsız olan Türklüğe karşı olan kesimler bir ulusal kimliğin adı olan Türklük kavramının anayasa ve yasalarca korunmasına son verilmesini istemektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti belirli bir bölgesel planlar doğrultusunda bir ulus devlet olmaktan çıkartılarak uluslar arası sermayenin denetiminde çokuluslu bir bölgesel federasyona dönüştürülmek istenirken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sahip olduğu ulusal kimliğin adı olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını sahip olduğu ulusal kimliğin adı olarak Türklük kavramı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Fransızlık, Almanlık vb gibi batının önde gelen ulusal kimlik adları devam ederken Türklerin ulusal kimliğini yansıtan Türklük kavramının kaldırılmak istenmesi gerçekten düşündürücüdür. Batının ileri ülkelerinde bir hak olarak korunan ulusal kimlikler o ulus devletlerin çatısı altında ve ulusal hukuklarının yardımlarıyla korunurken Türkler için Türklük kavramının korunması bir türlü kabul edilmek istenmemektedir. Bütün kimlikler ve kişilikler hem ulusal hem uluslar arası hukuk tarafından korunurken, Türk ulusal kimliğinin de tıpkı diğerleri gibi bu koruma şansından yararlanması gerekmektedir. Devletler gibi milletler de var olma haklarını korumak ve savunmak durumundadırlar. Millet yapısı içinde de ulusal kimlikler bu doğrultuda koruma hukukundan yararlanabilmektedir. Başka tür devlet modellerini belirli çevreleri çıkarlarını doğrultusunda gündeme getirenler, bu doğrultuda ulus devletleri devre dışı bırakmak ve bu devletlerin dayandığı ulusal yapıları tasfiye etmek için önceden hazırlanmış planlar uygulanmaktadırlar. Bu doğrultuda ulusal kimliklere fazlasıyla saldırılmakta ve bu tür kimliklerin ortadan kalkabilmesi için alt kimlikler hortlatılarak, kültürel haklar doğrultusundaki düzenlemelerle kozmopolit toplum yapısına giden yol açılmaktadır. Küçük eyaletlerden bölgesel federasyonları kendi denetimi altında oluşturmak isteyen küreselci kapitalist sistem ulus devletlerle beraber, uluslararası ve ulusal kimlikleri be nedenle hedef almaktadır.
Ankara, 08.05.2007
Bir ulus devlet kurabilmek için ortada ulusal bir toplum yapısının bulunması gerekmektedir. Tarihsel süreç içerisinde bir bölgede ya da ülkede yaşamakta olan halk topluluğu uzun süren beraberlik içinde ortak özelliklere sahip olursa uluslaşma aşamasına gelir ve kendini yönetme olgunluğuna eriştiği zaman da siyasal ve hukuki düzeyde örgütlenerek kendi devletini kurmaya hakkı vardır. Her devletin de kendi ulusunu yaratmak, kendi ülkesi üzerinde yaşamakta olan toplumun istikrarlı bir şekilde uluslaşmasını sağlamak gibi hakları vardır. Bu çerçevede ulus devletlerin ulusal kimlikleri doğrultusunda bir devlet toplum ya da devlet ve millet bağlantısı kurulmaktadır.
Aynı topraklarda yaşayan, benzer toplumsal kökenden gelen, aralarında tarih, dil, din, kültür ve ortak yaşam düzeni ile ortak bir gelecek arayışı olan toplumlara ulus adı verilmektedir. Ulus kendini oluşturan bireylerden bağımsız, bölünmez bir bütün olan egemenlik sahibi soyut bir varlık olarak tanımlanmaktadır. Ulusu oluşturan bütün bireyler ulusal bir eğitim sisteminden yetiştirilerek bir bütünün parçaları olarak toplumsal yaşama dahil edilirler. Tarih sahnesinde feodalizmin çökmesi ve insanların kırsal alandan kentlere yönelmesi ile uluslaşma olgusu başlamıştır. Irk kavramı biyolojik birlikteliği ifade etmesine rağmen bazen ulus ile ırk kavramı karıştırılmaktadır. Etnik anlamda bir insan boyunun doğuştan gelen fiziksel özelliklerle yarattığı insan topluluğuna ırk adı verilmektedir. Halk kavramı ise belirli bölge ve zamanda bir arada yaşayan insan topluluğunu ifade eder. Ulus kavramı ise maddi olgunun ötesinde geçmişten gelen ve geleceğe yönelen boyutlarıyla manevi değerleri de kapsamaktadır. Elle tutulmayan ama toplum içinde geçmişten geleceğe doğru uzan yapısı ile varlığını sürdüren değer yargıları toplumları uluslaşmaya götüren ana öğelerdir. Millet kavramı bu olgunun Arap dilindeki karşılığıdır. Ümmet kavramı zaman içinde millet kavramına dönüşmüştür ve daha çok dinsel niteliklerin ağır bastığı bir halk topluluğunu açıklamaktadır. Ulus kavramı ise, Moğolca kökenden gelmekte olup bir bölgede yaşayan insan topluluklarının oluşturduğu bir büyük birlikteliğin toplumsal yapısını açıklamaktadır, daha laik ve dinin ikinci planda kaldığı bir toplum yapısını dile getirmektedir.
Feodal kırsal yapılardan merkezi ülke devletlerine geçiş sancılı olmuştur. Geleneksel kuralların yerini hukuk sistemine terk ettiği bu süreç zamanla halk egemenliği ve yurttaşlık olgularını ortaya çıkarmıştır. Bir ülkede jeopolitik birlikteliğin sağlanması ulusal egemenlik düzeninin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Etnik ulusçuluğun yanı sıra ülke ya da vatana bağlı bir ulusçuluğun ortaya çıkmasıyla bazı önemli devlet yapıları ulusal karakterde yerine oturtulabilmiştir. Aynı ülkenin ya da vatanın çocukları olmak yeterli sayılmış ve etnik kimliklerin alt tabakada kaldığı bir üst kimlik olarak ulusçuluk ya da ulusalcılık vatan yada ülke birlikteliğine bağlı olarak gündeme gelmiştir. Vatan birliği zaman içinde dil ve kültür birliği ile tamamlanınca uluslaşmanın daha üst bir aşamaya geldiği görülmektedir. Uzun süre birlikti yaşayan topluluklarda ırk, soy ya da etnik köken gibi ortak değerler ortaya çıkabilmektedir. Her devletin içinde yer alan ulusların ülke koşullarının farklılığına göre birbirinden çok ayrı özellikler ve yapılar göstermesi mümkündür. Har ülkenin ulusal yapısı aynı zamanda bir kimlik yansıttığı için hem toplum hem de devletin ulusal bir kimliğe sahip oldukları söylenebilir. Kimlik tanımlanırken, toplum ya da gruplardan önce bireyleri temel olarak ele almak gerekir. Bireylerin kimlikleri en geniş anlamlarıyla onların bütün özelliklerinin toplamıdır. Bir insanın doğuştan sahip olduğu özellikler, eğitim biçimi, kültürü, ailesi ve çevresinden kazanmış olduklarının tamamı o kişinin kimliğinin bütününü oluşturur. Toplumların da bir kimliği bulunmaktadır. Ulus toplumlar bu doğrultuda birer ulusal kimliğe sahiptirler. Uluslar ülke içindeki bütün alt kimlikleri ve etnik kökenleri bir araya getirmektedir. Ulusal kimlikler bir ulusun sahip olduğu tüm ortak özellik ve değerlerin bütünüdür. Bir ülkenin ulusal çıkar ya da yararından söz ederken o ülkedeki ulusal kimlikten hareket edilerek bir sonuç çıkarılmaya çalışılır. Bireylerde ulusal kimlik bilinci yüksekse ulusal yararlar doğrultusunda hareket etmek genel bir kural haline gelmektedir. Kimlik öğeleri ne kadar uyumlu ise ulusal kimlik de o derece güçlü ve kalıcı bir yapıda karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamda görülen özdeşlikler, ulusal kimliğin oluşumunda son derece önemlidir. Farklılıklar ulusal bir kimliğe sahip olmayı engellediği gibi toplumun bütünü açısından da bölücü bir anlam taşımaktadır. Ulusal kimlikler baskın ve ezici olmazlarsa, alt kimliklerin de bir üst kimlik olarak ulusal kimliğin çatısı altında bir araya gelmeleri mümkün olabilmektedir.
Orta Asya’dan gelerek ön Asya’ya yerleşen ve Anadolu’yu yurt yapan Türklerin de bir ulus kimliği bulunmaktadır. Türk ulusal kimliği Türklerin Anadolu yarımadasındaki bağımsız bir devlet olarak kurulmasına kadar giden bir süreçte önemli aşamalardan geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile çağdaş bir nitelik kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş Türkiye halkına Türk ulusu denilerek Türk ulusal kimliği önem kazanmıştır. Türklerin ulusal kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bir devlet üyeliği gibi de gündeme gelebilir ya da Türk dünyasını içeren geleneksel kimlik olarak da Türk ulusal kimliğinden söz edilebilir. Ulus devletlerin bir ulusal kimlik inşa etmesi Türkiye’de de gündeme gelmiş, Türklerin ulusal devletini dünyanın merkezinde kuranlar, ciddi bir Türk ulusal kimliği araştırmasına giderek bunu bilimsel yönden inşa etmenin yolunu aramışlardır.
Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Avrupa kökenli ulusçuluk akımları balkan bölgelerinde batı destekli geliştirilince balkan devletleri teker teker Osmanlı imparatorluğundan ayrılmışlardır. Uluslaşma hareketleri bir anlamda altı yüzyıllık imparatorluğun çöküşüne yol açmış, ana ülkesini elinden kaçıran Osmanlı arka ülkesi olan Anadolu ve Arap yarımadasına çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında batının ulus devletlerine karşı savaşan Osmanlı yönetimi ulus devletlere karşı savaşan bu devletin de kendi ulusunu aradığını dile getirmişlerdir. Ulus devletlere karşı savaşmak Osmanlı vatandaşlarının da ulusalcı yönelişini öne çıkarmış ve devleti güçlendirmek için güçlü bir ulusal yapılanmaya gereksinme dile getirilmiştir. Ulusal yapının güçlü bağları olmadığı için imparatorluğu bir arada tutan bağlar kopmuş, ortaya çeşitli bölgelerde küçük devletçikler çıkartılmıştır. Böylece uluslaşma süreci imparatorluğu parçalarken küçük devletlerin de ulusal kimlikle dünya sahnesine çıkmasının yolu açılmıştır. Ulus devlet olarak bağımsızlık kazanan yeni siyasi yapılar, uluslar arası ilişkilerinde ulusal kimliğin getirmiş olduğu net ve kesin görünümlü bir kişiliğin gereklerini yerine getirmeye çaba göstermişlerdir. Ulusal kimliğin uluslar arası ilişkilere yansıması evrensel alanda yeni bir dönemin başlangıcı olmuş ve bu durumdan yeni kurulan ulus devletler yararlanmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda imparatorluğun dağılmasıyla beraber, balkanlar tümüyle elden gitmiş, Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde ise Araplar kendi devletlerini kurabilmek için isyan etmişlerdir. Ortadoğu’da İngiliz ve Fransız ordularının Arap bölgelerini işgal etmeleri üzerine geride kalan merkez ülke Anadolu’da Misak-ı Milli ile ulusal sınırlar çizilerek bir ulusal kurtuluş savaşı başlatılmıştır. Ülke sınırları ulusal anlamda çizilirken ve bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek gelecekte yeni bir ulus devletin kurulması hedeflenirken, artık yeni bir ülke ve devletin sahibi olacak topluma da bir ulusal ad bulmak gerekiyordu. Misak-ı Milli ve Amasya genelgesi ile millet kavramını dile getiren yeni kurtuluş hareketinin öncüleri Anadolu’da oluşturacakları ulus devletin adını Türkiye koyarak belirliyorlardı.ülke ve devletin adı Türkiye olarak belirlendiğine göre bu ülkede yaşayan ve yeni ulus devleti kuran ulusun adı da Türk olacaktı. Tarihsel süreç içinde Anadolu’da bir Türk devletini ulus devlet olarak gündeme getirmenin zorunluluğu o dönemin koşullarında açıkça ortaya çıkıyordu. Dünyanın merkezinde artık çok uluslu bir imparatorluk değil, bir ulus devlet var olacaktı ve bu siyasal yapı da tarihin getirmiş olduğu verilerin bir sentezi olacaktı.
Türkler Anadolu’ya doğudan yani Asya’dan gelmişlerdi. Türkçülük ise giderek Avrasya’da yayılan Rus hegemonyasına karşılık Tataristan’ın başkenti Kazan ve daha sonra da kırım üzerinden yani kuzeyden gelmiştir. Türkler ile ilgili bütün konuların bilim dalı olan Türkoloji ise batıdan yani Avrupa ülkelerinden gelmiştir. İlk Türkoloji çalışmaları Fransız devrimi sonunda Paris’te başlamış, Budapeşte’de gelişmeler göstermiştir. Türk devleti kurulurken gerekli olan bilgi ve bilimsel birikim Budapeşte üzerinden Anadolu’ya taşınmıştır. Atatürk Ural-Altay bölgesinden çıkarak Avrupa’nın merkezinde bir Türk imparatorluğu kurmuş Macarları yakından incelemiş, devletin kurulduğu ilk yıllarda Macar asıllı uzmanları Ankara’ya davet ederek yeni devletin kuruluşunda onlardan yararlanmıştır. Bir anlamda Macarların devlet birikimi Anadolu’da Türk devletinin kuruluşunda temel hareket noktası olmuştur. Macarlar sayesinde Türkoloji Avrupa üzerinden batıdan gelmiştir. İslamiyet ise Arap yarımadasından çıktığı için güneyden gelmiştir. Böylece, Türkler, Türkçülük, Türkoloji ve İslamiyet dünyanın merkezi bölgesi olan Anadolu topraklarında tarihsel sürecin getirdiği bir ulusal sentez yaratmıştır. Tarih bilincine sahip olan Atatürk böylesine bir sentezi Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken gerçekleştirmiştir.
Böylesine bir tarihsel sentez ile ortaya çıkan Türk ulus devleti imparatorluğun arka ülkesinde ulusal bir Cumhuriyet olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Türklerin bin yıl yaşadığı Avrasya hegemonya kavgasında Rusların yayılmasına tepki olarak Türkçülüğün bu coğrafyada çıktığı Fransız devrimi sonucunda Türkoloji çalışmalarının Türkiye’ye taşındığı ve bin dört yüz yıl önce bu bölgede çıkan bir dinin Anadolu topraklarını kapsadığı dikkate alınırsa ancak bu birikimden yararlanılarak bir ulus devlet kurulabilirdi. Devletin kimliği ulusal bir tabana oturtulurken bu ulusun adının tarihsel ve bilimsel bilgi birikimine dayanarak belirlenmesi gerekiyordu. Mustafa kemal bu konulara dikkat ederek Türk devletinin kuruluş adımlarını atmıştır.
Türkler tarihin eski dönemlerinden bu yana var olan ve sürekli devletler kuran bir kavimdir. Ural-Altay bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türkler Orta Asya’da yayılarak önce Çin taraflarına, sonra da güneyde Hindistan ve Ortadoğu, batıda Rusya ve Avrupa bölgelerine doğru sürekli göçler yürütmüşler ve gittikleri bölgelerde kalıcı devlet düzenleri kurmuşlardır. Milattan önce üç binli yıllardan başlayarak, milattan sonra iki binli yıllara kadar Türkler her dönemde dünyanın belirli devletler kurarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Moğollar ve tatarlarla birlikte Asya devletleri kuran Türkler, daha sonra da Ortadoğu, Rusya ve Avrupa topraklarında uzun süreli büyük imparatorluklar kurmuşlardır. Türklere o dönemde Asya kavimleri török adını takmışlar, bu ad zaman içinde Türk’e dönüşmüştür. Türklük kavramı Türkler ile tarih sahnesine çıkan ve Türk kavimleri ve devletleri ile devam eden bir çizgiye sahiptir. Türklük günümüzde hem Türkiye Cumhuriyeti hem de diğer Türk kökenli devletler açısından bir ulusal kimlik belirtmektedir. Milliyetçilik akımları on sekizinci yüzyılın ürünü olduğu için o güne kadar bugünkü anlamıyla bir Türk ulusundan söz etmek mümkün değildi. Ne var ki, Ural-Altay bölgesinden çıkan çeşitli topluluklar, aynı kültür ve dili paylaştıkları için bunlara Türki kavimler ya da Türk asıllı topluluklar adı verilmekteydi. Büyük göçler zamanında Asya’dan Avrupa’ya giden önemli sayıda Türk asıllı kavim olmuştur. Bugünkü Finlandiya, Macaristan, Bulgaristan, Estonya ve Çek Cumhuriyeti Türk asıllı kavimlerin Avrupa’da kurdukları devlerdir. Bunlardan önce hunlar, Avarlar ve hazarlar bu bölgede büyük Türk imparatorlukları kurmuşlardır. Türk asıllı kavimler birçok devlet kumalarına rağmen ilk kez Türk adıyla bir Türk devleti Osmanlı imparatorluğunun çöküşü üzerine Anadolu topraklarında kuruluyordu.
Köken, dil ve tarihsel verileri kullanarak heterojen topluluklardan bir Türk ulusu inşa etme girişimleri Fransız ihtilalinden sonra on dokuzuncu yüz yıldaki Türkoloji çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştır. Avrupa ülkelerindeki krallıklar zaman içinde yayılan milliyetçiliğin etkisiyle ulus devletlere dönüşürken, Avrupa’nın doğusunda kalan Avrasya kıtası da batılı bilim adamlarının ilgisini çekiyordu. Bu nedenle, hem Ruslar hem de Türkler üzerine bilimsel çalışmalar başlatılarak gelecekte Avrasya kıtasında yer alacak devlet yapılanmalarının dayanabileceği ulusal yapılar oluşturma çalışmaları batıdan doğuya doğru gelişme göstermiştir. fransa ve Macaristan üzerinden başlatılan Türkoloji çalışmaları Avrupa’dan Türkiye’ye yansımış, Osmanlı devleti zamanında jöntürk hareketi Osmanlı topraklarına Türk kavramını getirmiştir. Jöntürkler sayesinde Türkoloji çalışmaları İstanbul’a ve Osmanlı ülkesine taşınmıştır. Atatürk yeni başkent Ankara’da devleti kurar kurmaz ilk açılışını yaptığı fakülte dil-tarih ve coğrafya fakültesi olmuştur. Çünkü bir ulus devlet kurarken, tarih, dil ve coğrafya bilgilerinin ne denli önemli olduğunu biliyordu. Bu bilim dallarının verilerinden yararlanarak bir çağdaş ulus devlet ve ulusal kimlik yaratabilmenin arayışı içindeydi. Orta Asya’dan çıkarak atlas okyanusu ile Pasifik okyanusu arasında kalan alanlarda egemenlik kuran Türklerin ilk kez çağdaş bir ulus devlete Atatürk sayesinde Anadolu üzerinde sahip oldukları Birinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda görülmüştür. Devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak konurken milli sınırlar içinde kalan vatanın adı da Türkiye olarak belirleniyordu. Bilimsel gerçekler üzerine inşa edilen ulusal kimliklerin daha kalıcı olması, diğer ulus devletlerle ve ulusal toplumlarla sürdürülen yarışta, dil ve tarih ile sosyal bilimlerin diğer dallarından yararlanılmıştır. Daha sonraki dönemlerde türk dil kurumu ile türk tarih kurumu bu amaçla oluşturulmuş ve bu kurumlar aracılığı ile türk tarihi ve dili üzerine bilimsel toplantılar ve kongreler düzenlenerek, araştırma ve yayınlar yapılarak, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kimliğinin bilimsel açıdan da güçlü olmasına çalışılmıştır. Geçen yüzyılın başlarında kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir yüzyıla yakındır yapılan bilimsel çalışmaların sonucunda yeni bir yüzyıla erişmiş ve zaman içinde yapılan çalışmalarla ulusal kimliğini güçlendirerek yoluna devam etmiştir. Sosyal bilimlerin verilerine dayanan bir ulusal kimliğin ne derece güçlü olacağını gösteren en önemli örneklerden birisi Türkiye cumhuriyeti’dir. Uluslaşma döneminde, tahsil için batıya giden Osmanlı gençleri Paris merkezli Türkçülük akımlarının etkisi altında kalınca, ülkelerine dönerek genç Türkler hareketini başlatmışlardır. Kendi ulusunu arayan bir devlet konumuna sürüklenen Osmanlı imparatorluğu, Osmanlılık doğrultusunda bir ulus yaratamayınca, Avrupa’daki Türkoloji çalışmalarının etkisi ile gündeme gelen jön Türkler hareketi öne çıkmış ve Osmanlı halkının zaman içinde Türkleşmesine giden yol böylece açılmıştır. Padişahlık rejimine karşı çıkan ve batı ülkelerinde olduğu gibi cumhuriyet rejimi ardından koşan Osmanlı gençleri jön türkler5 içinde örgütlenerek yeni bir ulus devletin gündeme gelmesine yardımcı olan Türkçülük çalışmalarının içine girmişlerdir. Jön Türk hareketinin yaptığı çalışmalar, imparatorluk sonrasında ulus devlete geçerken ve bu ulusun adı Türk olarak belirlenirken fazlasıyla katkı sağlamıştır.
Rus Çarlığının giderek yayılması, bütün kuzey Asya’dan sonra Orta Asya ve Kafkaslar gibi bölgelerde hegemonya kurmasına karşı, Türk asıllı halklardan olan Tatarların ülkesinde, Rusçuluk akımına karşı ciddi bir direniş örgütlenmiş ve bunun sonucunda Kazan Tatarlarının çalışmalarına Kırım Tatarları da katılınca, bu
Bölgeden çıkan Yusuf Akçura, İsmail Gaspralı, Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi Arsal gibi Tatar asıllı bilim ve siyaset adamları Ak ülke olarak adlandırdıkları Anadolu’ya gelerek Türkçülük akımını getirmişler ve sahip oldukları Türkçü birikimi Anadolu’daki Türkleşme hareketine katkı olarak sunmuşlardır. Tatar asıllı bilim ve siyaset adamlarının getirmiş oldukları birikimin Anadolu halkının Türkleşmesinde çok önemli katkıları olmuştur. İkinci meşrutiyet yıllarında Yusuf Akçura’nın İstanbul’da önce Türk Derneği kurması, daha sonraları da daha büyük bir örgütlenme olarak Türk Ocaklarını örgütlemesi, Anadolu’da başlamış olan Türkleşme hareketine örgütlü bir yapı kazandırmıştır. Türk Derneği kurulmasıyla beraber Türkçülük çalışmaları daha planlı ve örgütlü bir aşamaya gelmiş, Türk Ocaklarının kurulmasıyla beraber de dergi ve kitap yayıncılığı başlamış, yapılan bilimsel çalışmalar yayınlar aracılığı ile ülke çapında aydınlara ulaştırılmağa çalışılmıştır. Fransız devrimi sonrasında 1822’li yıllarda Paris’te başlayan Türkoloji çalışmaları yayılarak Türkçülük akımlarının doğmasına neden olmuş ve arada bir yüzyıl geçtikten sonra da dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk devletinin kurulmasına yardımcı olmuştur. Birinci dünya savaşı yıllarında Yusuf Akçura’nın öncülüğünde kurulan Milli Türk Fırkası da, Türkiye Cumhuriyetinin bir ulusal Türk devleti olarak kurulmasında önde gelen bir etki yapmıştır. Türkçülük akımlarının örgütlü bir düzeye gelmesi yeni kurulmakta olan ulus devletin Türk kimliği ile ortaya çıkmasına yardımsı olmuştur. Anadolu’da yaşamakta olan Türkler kendi ulus devletleri olarak Türkiye Cumhuriyetini kuruyorlardı.
Türk Derneği ile beraber Türk Yurdu dergisinin de Anadolu’daki uluslaşma sürecinin Türkleşme doğrultusunda gelişmesinde önemli bir payı vardır. İmparatorluğun tesliminden sonra yeni bir Türk devleti için Milli Türk Fırkası da önde gelen etki yapmıştır. Ne var ki, Anadolu’daki ulus devletin bir Türk devleti olmasını sağlayan esas kuruluş Türk Ocaklarıdır. Bu kuruluşlar çok uluslu imparatorluktan tek uluslu ulus devlete geçişi sağlayan köprüler olmuştur. İkinci meşrutiyet sırasında kurulan Türk derneği Kırım, Macaristan ve Bulgaristan’dan sonra İstanbul’da şube açmıştır. Bu dernek, Kırım’daki Türkçülük çalışmaları ile Budapeşte’deki Türkoloji çalışmaları arasında bir işbirliği ve koordinasyon sağlamış ve bu iki bölgedeki birikimin bir Türk devleti kurmak üzere İstanbul üzerinden Anadolu’ya taşınmasını sağlamıştır. Türk derneği Türk asıllıların yanı sıra Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarına da çatısı altında yer vermiştir. Türk Derneği Türkçe üzerinde bilimsel çalışmalar yaparak bütün Türk dünyasının tek bir dilin yardımı ile ortak bir kültüre sahip olması için çaba gösteriyordu. Türk derneğinin çalışmalarına daha sonraları Türk Yurdu Derneği çatısı altında devam edilmiştir. Türk Yurdu Derneği de uzun ömürlü olamamış ve daha sonraları bütün Türkçülük çalışmaları Türk Ocakları çatısı altında bir araya getirilmiştir.
Askeri tıbbiyenin öğrencilerince kurulan Türk ocakları 1911 yılında resmen çalışmalarına başlamıştır. Türk soyunun geliştirilmesi amacıyla oluşturulan bu ocaklar,ittihat ve terakki iktidarı döneminde bu parti ile yakın çalışmalar yapmışlardır. Rusyadaki Narodnik hareketinin doğrultusunda halka gitmek ilkesiyle yola çıkan Türk ocakları Anadolu’da örgütlenirken, halka doğru gitme çalışmalarında sürekli olarak Türkçü temaları işleyerek Anadolu insanının Türkleşmesinde bir öncü rolü üstlenmiştir. Bilimsel ve kültürel çalışmalara da geniş ölçüde yer verilen Türk ocaklarında ulusal kurtuluş savaşının öncülüğünde yapılmıştır. Ülkedeki Türk kökenli olmayan toplum kesimleri daha çok ülke ve kültür birliği çerçevesinde ele alınarak, Türklerle kaynaşabilmeleri için girişimlerde bulunuyordu. Atatürk yurt gezileri sırasında ülkenin her bölgesindeki Türk ocağı şubelerine gidiyor ve buralarda yaptığı konuşmalarla, halk arasında Türkçülüğün yaygınlık kazanmasına yardımcı oluyordu. Halka gitmek, halkla bütünleşmek ve çağdaş uygarlığı ülkeye getirmek prensipleri Türk ocaklarının çalışmalarında yer almaktadır. Eğitim ve kültür çalışmalarıyla yeni kurulan Türk devletinin kendisine bir ulus yaratma çabalarında Türk ocakları bütün yurtta yaptığı çalışmalarla toplum içinde öncülük görevini yerine getiriyordu. Böylece, kısa zamanda Anadolu ve Rumeli halkının Türk ulusal kimliği kazanmasında Türk ocaklarının önde gelen bir yeri bulunmaktadır. Türk ulusal kimliğinin yaratıcısı örgüt Türk ocaklarıdır.
Adı Türk olan bir ulus ve devlet yaratmak, Türkiye’de ortaya çıkan ulusal kimlik sürecinin başlangıcıdır. Türklük hem bir ortak kökenden gelmeyi belirtir, hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın göstergesidir. Türk dünyası açısından Türklük ele alınırsa, Türk topluluklarından ya da devletlerinden birisine vatandaşlık ya da başka tür bağlılıklarla bağlı olan kişiler de Türk sayılmakta, Türkiye cumhuriyeti vatandaşları da Türk kabul edilmektedir. Türk dünyasının bir üyesi olmak bir kültürel ve sosyal bağı ortaya çıkarmakta, ama Türkiye cumhuriyeti vatandaşı olmak ise bir hukuki bağı göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti anayasasına göre Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk kanından ya da soyundan gelmek gibi bir etnik köken ulusalcılığı burada aranmamış, aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal’in söylediği gibi Misak-ı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denilerek bir ülke ulusçuluğu modeli geliştirilmiştir.Türk devletinin çağdaş bir cumhuriyet yapılanması ile ortaya çıkması, geçmişte kalmış kan ve ırk bağına bağlı katı milliyetçiliği bir yana bırakmış ülke ve ortak yaşam düzenine bağlı vatanseverlik çizgisinde yeni bir Türk kavramı gündeme getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan ve devletin ilgili makamlarının izniyle vatandaşlık statüsü kazanan herkes Türk’tür. Türk vatandaşları arasında hiçbir biçimde etnik köken ayrımı yapılmaz. Herkesin alt kimliği kendi kültürel zenginliği olarak kabul edilir ve bu farklı alt kimliklerin ülke ve milletin bölünmesi için dayanak yapılmasına izin verilmez. Anayasa ve yasalarda yasaklanmış olan bölücülük suçu bu konuyla ilgili istismarları açığa çıkarmakta ve Türk devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olması biçimindeki anayasa ilkesinin yaptırımı olarak makamlarca uygulanmaktadır.
Altı yüz yıllık bir imparatorluğun üç kıtaya yayılmış ülkesinden gelen göçmenlerin, merkez ülkede direnerek oluşturdukları bağımsız ulus devlet kendisine toplumsal taban olarak Türk ulusu kabul etmiştir. Ulusal kurtuluş savaşı süreci içinde vatan kavramıyla beraber ulus kavramı da gündeme getirilmiş, saldırıya uğrayan vatanın kurtarılması için ulusun azmi ve kararlılığı bütün dünyaya gösterilmiş böylece ulus devletin kurulmasına ve dolayısıyla bir ulusal kimliğin meydana gelmesine giden yolu açmıştır.Türkiye’de yaşayan herkesin Türk sayılması onların bu ulusal kimlikten anayasal düzen çerçevesinde yararlanmalarını sağlamaktadır. Vatandaşlık hukuk’u ve uluslararası insan hakları düzenlemeleri çerçevesinde Türk vatandaşlarının ulusal kimliği, ulusal ve uluslararası hukukun koruması altındadır. Bu doğrultuda Türk vatandaşları uluslar arası alanda benimsenmiş bütün insan haklarından eşit düzeylerde yararlanma hakkına sahiptir.
Ulusal kimliği tanımlayan Türklük kavramı son yıllarda Türkiye’yi belirli yerlere çekmek isteyen kesimlerce tartışma konusu haline getirilmektedir. Türklüğün belirsiz bir kavram olduğu, bu nedenle yasalarla korunamayacağı öne sürülmektedir. Beş bin yıllık Türk devletleri tarihi görmezden gelinmekte, Türklerin Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu aracılığı ile Önasya’da bin yıldır devlet olarak yaşadıkları gerçeği görmezden gelinmektedir. Avrupa ülkelerinin tamamında ulus devletlerin dayandıkları kendi ulusal varlıklarını koruyan, ulusun adını koruma altına alan çeşitli anayasal ve yasal düzenlemeler yokmuş gibi hareket ederek Türklük kavramını yasalarla korunmasına karşı çıkılmaktadır. Bir ulus devletin diğer ulusların bulunduğu uluslar arası alanda devletlerarası rekabet düzeni içinde kendini ve ulusunu gene kendi organlarıyla çıkardığı yasal düzenlemeler aracılığı ile koruması son derece doğal bir durumdur. Bütün batı ülkelerindeki bu genel durumun Türkiye’de de olmasından rahatsız olan Türklüğe karşı olan kesimler bir ulusal kimliğin adı olan Türklük kavramının anayasa ve yasalarca korunmasına son verilmesini istemektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti belirli bir bölgesel planlar doğrultusunda bir ulus devlet olmaktan çıkartılarak uluslar arası sermayenin denetiminde çokuluslu bir bölgesel federasyona dönüştürülmek istenirken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sahip olduğu ulusal kimliğin adı olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını sahip olduğu ulusal kimliğin adı olarak Türklük kavramı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Fransızlık, Almanlık vb gibi batının önde gelen ulusal kimlik adları devam ederken Türklerin ulusal kimliğini yansıtan Türklük kavramının kaldırılmak istenmesi gerçekten düşündürücüdür. Batının ileri ülkelerinde bir hak olarak korunan ulusal kimlikler o ulus devletlerin çatısı altında ve ulusal hukuklarının yardımlarıyla korunurken Türkler için Türklük kavramının korunması bir türlü kabul edilmek istenmemektedir. Bütün kimlikler ve kişilikler hem ulusal hem uluslar arası hukuk tarafından korunurken, Türk ulusal kimliğinin de tıpkı diğerleri gibi bu koruma şansından yararlanması gerekmektedir. Devletler gibi milletler de var olma haklarını korumak ve savunmak durumundadırlar. Millet yapısı içinde de ulusal kimlikler bu doğrultuda koruma hukukundan yararlanabilmektedir. Başka tür devlet modellerini belirli çevreleri çıkarlarını doğrultusunda gündeme getirenler, bu doğrultuda ulus devletleri devre dışı bırakmak ve bu devletlerin dayandığı ulusal yapıları tasfiye etmek için önceden hazırlanmış planlar uygulanmaktadırlar. Bu doğrultuda ulusal kimliklere fazlasıyla saldırılmakta ve bu tür kimliklerin ortadan kalkabilmesi için alt kimlikler hortlatılarak, kültürel haklar doğrultusundaki düzenlemelerle kozmopolit toplum yapısına giden yol açılmaktadır. Küçük eyaletlerden bölgesel federasyonları kendi denetimi altında oluşturmak isteyen küreselci kapitalist sistem ulus devletlerle beraber, uluslararası ve ulusal kimlikleri be nedenle hedef almaktadır.