27 Şubat 2019 Çarşamba

ULUSAL KİMLİK "Prof Dr Anıl ÇEÇEN" (Ankara, 08.05.2007) - Aynı topraklarda yaşayan, benzer toplumsal kökenden gelen, aralarında tarih, dil, din, kültür ve ortak yaşam düzeni ile ortak bir gelecek arayışı olan toplumlara ulus adı verilmektedir. Ulus kendini oluşturan bireylerden bağımsız, bölünmez bir bütün olan egemenlik sahibi soyut bir varlık olarak tanımlanmaktadır.

ULUSAL KİMLİK 
Prof Dr Anıl ÇEÇEN
Ankara, 08.05.2007

Bir ulus devlet kurabilmek için ortada ulusal bir toplum yapısının bulunması gerekmektedir. Tarihsel süreç içerisinde bir bölgede ya da ülkede yaşamakta olan halk topluluğu uzun süren beraberlik içinde ortak özelliklere sahip olursa uluslaşma aşamasına gelir ve kendini yönetme olgunluğuna eriştiği zaman da siyasal ve hukuki düzeyde örgütlenerek kendi devletini kurmaya hakkı vardır. Her devletin de kendi ulusunu yaratmak, kendi ülkesi üzerinde yaşamakta olan toplumun istikrarlı bir şekilde uluslaşmasını sağlamak gibi hakları vardır. Bu çerçevede ulus devletlerin ulusal kimlikleri doğrultusunda bir devlet toplum ya da devlet ve millet bağlantısı kurulmaktadır.

Aynı topraklarda yaşayan, benzer toplumsal kökenden gelen, aralarında tarih, dil, din, kültür ve ortak yaşam düzeni ile ortak bir gelecek arayışı olan toplumlara ulus adı verilmektedir. Ulus kendini oluşturan bireylerden bağımsız, bölünmez bir bütün olan egemenlik sahibi soyut bir varlık olarak tanımlanmaktadır. Ulusu oluşturan bütün bireyler ulusal bir eğitim sisteminden yetiştirilerek bir bütünün parçaları olarak toplumsal yaşama dahil edilirler. Tarih sahnesinde feodalizmin çökmesi ve insanların kırsal alandan kentlere yönelmesi ile uluslaşma olgusu başlamıştır. Irk kavramı biyolojik birlikteliği ifade etmesine rağmen bazen ulus ile ırk kavramı karıştırılmaktadır. Etnik anlamda bir insan boyunun doğuştan gelen fiziksel özelliklerle yarattığı insan topluluğuna ırk adı verilmektedir. Halk kavramı ise belirli bölge ve zamanda bir arada yaşayan insan topluluğunu ifade eder. Ulus kavramı ise maddi olgunun ötesinde geçmişten gelen ve geleceğe yönelen boyutlarıyla manevi değerleri de kapsamaktadır. Elle tutulmayan ama toplum içinde geçmişten geleceğe doğru uzan yapısı ile varlığını sürdüren değer yargıları toplumları uluslaşmaya götüren ana öğelerdir. Millet kavramı bu olgunun Arap dilindeki karşılığıdır. Ümmet kavramı zaman içinde millet kavramına dönüşmüştür ve daha çok dinsel niteliklerin ağır bastığı bir halk topluluğunu açıklamaktadır. Ulus kavramı ise, Moğolca kökenden gelmekte olup bir bölgede yaşayan insan topluluklarının oluşturduğu bir büyük birlikteliğin toplumsal yapısını açıklamaktadır, daha laik ve dinin ikinci planda kaldığı bir toplum yapısını dile getirmektedir.

Feodal kırsal yapılardan merkezi ülke devletlerine geçiş sancılı olmuştur. Geleneksel kuralların yerini hukuk sistemine terk ettiği bu süreç zamanla halk egemenliği ve yurttaşlık olgularını ortaya çıkarmıştır. Bir ülkede jeopolitik birlikteliğin sağlanması ulusal egemenlik düzeninin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Etnik ulusçuluğun yanı sıra ülke ya da vatana bağlı bir ulusçuluğun ortaya çıkmasıyla bazı önemli devlet yapıları ulusal karakterde yerine oturtulabilmiştir. Aynı ülkenin ya da vatanın çocukları olmak yeterli sayılmış ve etnik kimliklerin alt tabakada kaldığı bir üst kimlik olarak ulusçuluk ya da ulusalcılık vatan yada ülke birlikteliğine bağlı olarak gündeme gelmiştir. Vatan birliği zaman içinde dil ve kültür birliği ile tamamlanınca uluslaşmanın daha üst bir aşamaya geldiği görülmektedir. Uzun süre birlikti yaşayan topluluklarda ırk, soy ya da etnik köken gibi ortak değerler ortaya çıkabilmektedir. Her devletin içinde yer alan ulusların ülke koşullarının farklılığına göre birbirinden çok ayrı özellikler ve yapılar göstermesi mümkündür. Har ülkenin ulusal yapısı aynı zamanda bir kimlik yansıttığı için hem toplum hem de devletin ulusal bir kimliğe sahip oldukları söylenebilir. Kimlik tanımlanırken, toplum ya da gruplardan önce bireyleri temel olarak ele almak gerekir. Bireylerin kimlikleri en geniş anlamlarıyla onların bütün özelliklerinin toplamıdır. Bir insanın doğuştan sahip olduğu özellikler, eğitim biçimi, kültürü, ailesi ve çevresinden kazanmış olduklarının tamamı o kişinin kimliğinin bütününü oluşturur. Toplumların da bir kimliği bulunmaktadır. Ulus toplumlar bu doğrultuda birer ulusal kimliğe sahiptirler. Uluslar ülke içindeki bütün alt kimlikleri ve etnik kökenleri bir araya getirmektedir. Ulusal kimlikler bir ulusun sahip olduğu tüm ortak özellik ve değerlerin bütünüdür. Bir ülkenin ulusal çıkar ya da yararından söz ederken o ülkedeki ulusal kimlikten hareket edilerek bir sonuç çıkarılmaya çalışılır. Bireylerde ulusal kimlik bilinci yüksekse ulusal yararlar doğrultusunda hareket etmek genel bir kural haline gelmektedir. Kimlik öğeleri ne kadar uyumlu ise ulusal kimlik de o derece güçlü ve kalıcı bir yapıda karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamda görülen özdeşlikler, ulusal kimliğin oluşumunda son derece önemlidir. Farklılıklar ulusal bir kimliğe sahip olmayı engellediği gibi toplumun bütünü açısından da bölücü bir anlam taşımaktadır. Ulusal kimlikler baskın ve ezici olmazlarsa, alt kimliklerin de bir üst kimlik olarak ulusal kimliğin çatısı altında bir araya gelmeleri mümkün olabilmektedir.

Orta Asya’dan gelerek ön Asya’ya yerleşen ve Anadolu’yu yurt yapan Türklerin de bir ulus kimliği bulunmaktadır. Türk ulusal kimliği Türklerin Anadolu yarımadasındaki bağımsız bir devlet olarak kurulmasına kadar giden bir süreçte önemli aşamalardan geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile çağdaş bir nitelik kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş Türkiye halkına Türk ulusu denilerek Türk ulusal kimliği önem kazanmıştır. Türklerin ulusal kimliği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bir devlet üyeliği gibi de gündeme gelebilir ya da Türk dünyasını içeren geleneksel kimlik olarak da Türk ulusal kimliğinden söz edilebilir. Ulus devletlerin bir ulusal kimlik inşa etmesi Türkiye’de de gündeme gelmiş, Türklerin ulusal devletini dünyanın merkezinde kuranlar, ciddi bir Türk ulusal kimliği araştırmasına giderek bunu bilimsel yönden inşa etmenin yolunu aramışlardır.

Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Avrupa kökenli ulusçuluk akımları balkan bölgelerinde batı destekli geliştirilince balkan devletleri teker teker Osmanlı imparatorluğundan ayrılmışlardır. Uluslaşma hareketleri bir anlamda altı yüzyıllık imparatorluğun çöküşüne yol açmış, ana ülkesini elinden kaçıran Osmanlı arka ülkesi olan Anadolu ve Arap yarımadasına çekilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında batının ulus devletlerine karşı savaşan Osmanlı yönetimi ulus devletlere karşı savaşan bu devletin de kendi ulusunu aradığını dile getirmişlerdir. Ulus devletlere karşı savaşmak Osmanlı vatandaşlarının da ulusalcı yönelişini öne çıkarmış ve devleti güçlendirmek için güçlü bir ulusal yapılanmaya gereksinme dile getirilmiştir. Ulusal yapının güçlü bağları olmadığı için imparatorluğu bir arada tutan bağlar kopmuş, ortaya çeşitli bölgelerde küçük devletçikler çıkartılmıştır. Böylece uluslaşma süreci imparatorluğu parçalarken küçük devletlerin de ulusal kimlikle dünya sahnesine çıkmasının yolu açılmıştır. Ulus devlet olarak bağımsızlık kazanan yeni siyasi yapılar, uluslar arası ilişkilerinde ulusal kimliğin getirmiş olduğu net ve kesin görünümlü bir kişiliğin gereklerini yerine getirmeye çaba göstermişlerdir. Ulusal kimliğin uluslar arası ilişkilere yansıması evrensel alanda yeni bir dönemin başlangıcı olmuş ve bu durumdan yeni kurulan ulus devletler yararlanmışlardır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda imparatorluğun dağılmasıyla beraber, balkanlar tümüyle elden gitmiş, Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde ise Araplar kendi devletlerini kurabilmek için isyan etmişlerdir. Ortadoğu’da İngiliz ve Fransız ordularının Arap bölgelerini işgal etmeleri üzerine geride kalan merkez ülke Anadolu’da Misak-ı Milli ile ulusal sınırlar çizilerek bir ulusal kurtuluş savaşı başlatılmıştır. Ülke sınırları ulusal anlamda çizilirken ve bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek gelecekte yeni bir ulus devletin kurulması hedeflenirken, artık yeni bir ülke ve devletin sahibi olacak topluma da bir ulusal ad bulmak gerekiyordu. Misak-ı Milli ve Amasya genelgesi ile millet kavramını dile getiren yeni kurtuluş hareketinin öncüleri Anadolu’da oluşturacakları ulus devletin adını Türkiye koyarak belirliyorlardı.ülke ve devletin adı Türkiye olarak belirlendiğine göre bu ülkede yaşayan ve yeni ulus devleti kuran ulusun adı da Türk olacaktı. Tarihsel süreç içinde Anadolu’da bir Türk devletini ulus devlet olarak gündeme getirmenin zorunluluğu o dönemin koşullarında açıkça ortaya çıkıyordu. Dünyanın merkezinde artık çok uluslu bir imparatorluk değil, bir ulus devlet var olacaktı ve bu siyasal yapı da tarihin getirmiş olduğu verilerin bir sentezi olacaktı.

Türkler Anadolu’ya doğudan yani Asya’dan gelmişlerdi. Türkçülük ise giderek Avrasya’da yayılan Rus hegemonyasına karşılık Tataristan’ın başkenti Kazan ve daha sonra da kırım üzerinden yani kuzeyden gelmiştir. Türkler ile ilgili bütün konuların bilim dalı olan Türkoloji ise batıdan yani Avrupa ülkelerinden gelmiştir. İlk Türkoloji çalışmaları Fransız devrimi sonunda Paris’te başlamış, Budapeşte’de gelişmeler göstermiştir. Türk devleti kurulurken gerekli olan bilgi ve bilimsel birikim Budapeşte üzerinden Anadolu’ya taşınmıştır. Atatürk Ural-Altay bölgesinden çıkarak Avrupa’nın merkezinde bir Türk imparatorluğu kurmuş Macarları yakından incelemiş, devletin kurulduğu ilk yıllarda Macar asıllı uzmanları Ankara’ya davet ederek yeni devletin kuruluşunda onlardan yararlanmıştır. Bir anlamda Macarların devlet birikimi Anadolu’da Türk devletinin kuruluşunda temel hareket noktası olmuştur. Macarlar sayesinde Türkoloji Avrupa üzerinden batıdan gelmiştir. İslamiyet ise Arap yarımadasından çıktığı için güneyden gelmiştir. Böylece, Türkler, Türkçülük, Türkoloji ve İslamiyet dünyanın merkezi bölgesi olan Anadolu topraklarında tarihsel sürecin getirdiği bir ulusal sentez yaratmıştır. Tarih bilincine sahip olan Atatürk böylesine bir sentezi Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken gerçekleştirmiştir.

Böylesine bir tarihsel sentez ile ortaya çıkan Türk ulus devleti imparatorluğun arka ülkesinde ulusal bir Cumhuriyet olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Türklerin bin yıl yaşadığı Avrasya hegemonya kavgasında Rusların yayılmasına tepki olarak Türkçülüğün bu coğrafyada çıktığı Fransız devrimi sonucunda Türkoloji çalışmalarının Türkiye’ye taşındığı ve bin dört yüz yıl önce bu bölgede çıkan bir dinin Anadolu topraklarını kapsadığı dikkate alınırsa ancak bu birikimden yararlanılarak bir ulus devlet kurulabilirdi. Devletin kimliği ulusal bir tabana oturtulurken bu ulusun adının tarihsel ve bilimsel bilgi birikimine dayanarak belirlenmesi gerekiyordu. Mustafa kemal bu konulara dikkat ederek Türk devletinin kuruluş adımlarını atmıştır.

Türkler tarihin eski dönemlerinden bu yana var olan ve sürekli devletler kuran bir kavimdir. Ural-Altay bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türkler Orta Asya’da yayılarak önce Çin taraflarına, sonra da güneyde Hindistan ve Ortadoğu, batıda Rusya ve Avrupa bölgelerine doğru sürekli göçler yürütmüşler ve gittikleri bölgelerde kalıcı devlet düzenleri kurmuşlardır. Milattan önce üç binli yıllardan başlayarak, milattan sonra iki binli yıllara kadar Türkler her dönemde dünyanın belirli devletler kurarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Moğollar ve tatarlarla birlikte Asya devletleri kuran Türkler, daha sonra da Ortadoğu, Rusya ve Avrupa topraklarında uzun süreli büyük imparatorluklar kurmuşlardır. Türklere o dönemde Asya kavimleri török adını takmışlar, bu ad zaman içinde Türk’e dönüşmüştür. Türklük kavramı Türkler ile tarih sahnesine çıkan ve Türk kavimleri ve devletleri ile devam eden bir çizgiye sahiptir. Türklük günümüzde hem Türkiye Cumhuriyeti hem de diğer Türk kökenli devletler açısından bir ulusal kimlik belirtmektedir. Milliyetçilik akımları on sekizinci yüzyılın ürünü olduğu için o güne kadar bugünkü anlamıyla bir Türk ulusundan söz etmek mümkün değildi. Ne var ki, Ural-Altay bölgesinden çıkan çeşitli topluluklar, aynı kültür ve dili paylaştıkları için bunlara Türki kavimler ya da Türk asıllı topluluklar adı verilmekteydi. Büyük göçler zamanında Asya’dan Avrupa’ya giden önemli sayıda Türk asıllı kavim olmuştur. Bugünkü Finlandiya, Macaristan, Bulgaristan, Estonya ve Çek Cumhuriyeti Türk asıllı kavimlerin Avrupa’da kurdukları devlerdir. Bunlardan önce hunlar, Avarlar ve hazarlar bu bölgede büyük Türk imparatorlukları kurmuşlardır. Türk asıllı kavimler birçok devlet kumalarına rağmen ilk kez Türk adıyla bir Türk devleti Osmanlı imparatorluğunun çöküşü üzerine Anadolu topraklarında kuruluyordu.

Köken, dil ve tarihsel verileri kullanarak heterojen topluluklardan bir Türk ulusu inşa etme girişimleri Fransız ihtilalinden sonra on dokuzuncu yüz yıldaki Türkoloji çalışmaları sırasında ortaya çıkmıştır. Avrupa ülkelerindeki krallıklar zaman içinde yayılan milliyetçiliğin etkisiyle ulus devletlere dönüşürken, Avrupa’nın doğusunda kalan Avrasya kıtası da batılı bilim adamlarının ilgisini çekiyordu. Bu nedenle, hem Ruslar hem de Türkler üzerine bilimsel çalışmalar başlatılarak gelecekte Avrasya kıtasında yer alacak devlet yapılanmalarının dayanabileceği ulusal yapılar oluşturma çalışmaları batıdan doğuya doğru gelişme göstermiştir. fransa ve Macaristan üzerinden başlatılan Türkoloji çalışmaları Avrupa’dan Türkiye’ye yansımış, Osmanlı devleti zamanında jöntürk hareketi Osmanlı topraklarına Türk kavramını getirmiştir. Jöntürkler sayesinde Türkoloji çalışmaları İstanbul’a ve Osmanlı ülkesine taşınmıştır. Atatürk yeni başkent Ankara’da devleti kurar kurmaz ilk açılışını yaptığı fakülte dil-tarih ve coğrafya fakültesi olmuştur. Çünkü bir ulus devlet kurarken, tarih, dil ve coğrafya bilgilerinin ne denli önemli olduğunu biliyordu. Bu bilim dallarının verilerinden yararlanarak bir çağdaş ulus devlet ve ulusal kimlik yaratabilmenin arayışı içindeydi. Orta Asya’dan çıkarak atlas okyanusu ile Pasifik okyanusu arasında kalan alanlarda egemenlik kuran Türklerin ilk kez çağdaş bir ulus devlete Atatürk sayesinde Anadolu üzerinde sahip oldukları Birinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda görülmüştür. Devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak konurken milli sınırlar içinde kalan vatanın adı da Türkiye olarak belirleniyordu. Bilimsel gerçekler üzerine inşa edilen ulusal kimliklerin daha kalıcı olması, diğer ulus devletlerle ve ulusal toplumlarla sürdürülen yarışta, dil ve tarih ile sosyal bilimlerin diğer dallarından yararlanılmıştır. Daha sonraki dönemlerde türk dil kurumu ile türk tarih kurumu bu amaçla oluşturulmuş ve bu kurumlar aracılığı ile türk tarihi ve dili üzerine bilimsel toplantılar ve kongreler düzenlenerek, araştırma ve yayınlar yapılarak, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kimliğinin bilimsel açıdan da güçlü olmasına çalışılmıştır. Geçen yüzyılın başlarında kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir yüzyıla yakındır yapılan bilimsel çalışmaların sonucunda yeni bir yüzyıla erişmiş ve zaman içinde yapılan çalışmalarla ulusal kimliğini güçlendirerek yoluna devam etmiştir. Sosyal bilimlerin verilerine dayanan bir ulusal kimliğin ne derece güçlü olacağını gösteren en önemli örneklerden birisi Türkiye cumhuriyeti’dir. Uluslaşma döneminde, tahsil için batıya giden Osmanlı gençleri Paris merkezli Türkçülük akımlarının etkisi altında kalınca, ülkelerine dönerek genç Türkler hareketini başlatmışlardır. Kendi ulusunu arayan bir devlet konumuna sürüklenen Osmanlı imparatorluğu, Osmanlılık doğrultusunda bir ulus yaratamayınca, Avrupa’daki Türkoloji çalışmalarının etkisi ile gündeme gelen jön Türkler hareketi öne çıkmış ve Osmanlı halkının zaman içinde Türkleşmesine giden yol böylece açılmıştır. Padişahlık rejimine karşı çıkan ve batı ülkelerinde olduğu gibi cumhuriyet rejimi ardından koşan Osmanlı gençleri jön türkler5 içinde örgütlenerek yeni bir ulus devletin gündeme gelmesine yardımcı olan Türkçülük çalışmalarının içine girmişlerdir. Jön Türk hareketinin yaptığı çalışmalar, imparatorluk sonrasında ulus devlete geçerken ve bu ulusun adı Türk olarak belirlenirken fazlasıyla katkı sağlamıştır.

Rus Çarlığının giderek yayılması, bütün kuzey Asya’dan sonra Orta Asya ve Kafkaslar gibi bölgelerde hegemonya kurmasına karşı, Türk asıllı halklardan olan Tatarların ülkesinde, Rusçuluk akımına karşı ciddi bir direniş örgütlenmiş ve bunun sonucunda Kazan Tatarlarının çalışmalarına Kırım Tatarları da katılınca, bu

Bölgeden çıkan Yusuf Akçura, İsmail Gaspralı, Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi Arsal gibi Tatar asıllı bilim ve siyaset adamları Ak ülke olarak adlandırdıkları Anadolu’ya gelerek Türkçülük akımını getirmişler ve sahip oldukları Türkçü birikimi Anadolu’daki Türkleşme hareketine katkı olarak sunmuşlardır. Tatar asıllı bilim ve siyaset adamlarının getirmiş oldukları birikimin Anadolu halkının Türkleşmesinde çok önemli katkıları olmuştur. İkinci meşrutiyet yıllarında Yusuf Akçura’nın İstanbul’da önce Türk Derneği kurması, daha sonraları da daha büyük bir örgütlenme olarak Türk Ocaklarını örgütlemesi, Anadolu’da başlamış olan Türkleşme hareketine örgütlü bir yapı kazandırmıştır. Türk Derneği kurulmasıyla beraber Türkçülük çalışmaları daha planlı ve örgütlü bir aşamaya gelmiş, Türk Ocaklarının kurulmasıyla beraber de dergi ve kitap yayıncılığı başlamış, yapılan bilimsel çalışmalar yayınlar aracılığı ile ülke çapında aydınlara ulaştırılmağa çalışılmıştır. Fransız devrimi sonrasında 1822’li yıllarda Paris’te başlayan Türkoloji çalışmaları yayılarak Türkçülük akımlarının doğmasına neden olmuş ve arada bir yüzyıl geçtikten sonra da dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk devletinin kurulmasına yardımcı olmuştur. Birinci dünya savaşı yıllarında Yusuf Akçura’nın öncülüğünde kurulan Milli Türk Fırkası da, Türkiye Cumhuriyetinin bir ulusal Türk devleti olarak kurulmasında önde gelen bir etki yapmıştır. Türkçülük akımlarının örgütlü bir düzeye gelmesi yeni kurulmakta olan ulus devletin Türk kimliği ile ortaya çıkmasına yardımsı olmuştur. Anadolu’da yaşamakta olan Türkler kendi ulus devletleri olarak Türkiye Cumhuriyetini kuruyorlardı.

Türk Derneği ile beraber Türk Yurdu dergisinin de Anadolu’daki uluslaşma sürecinin Türkleşme doğrultusunda gelişmesinde önemli bir payı vardır. İmparatorluğun tesliminden sonra yeni bir Türk devleti için Milli Türk Fırkası da önde gelen etki yapmıştır. Ne var ki, Anadolu’daki ulus devletin bir Türk devleti olmasını sağlayan esas kuruluş Türk Ocaklarıdır. Bu kuruluşlar çok uluslu imparatorluktan tek uluslu ulus devlete geçişi sağlayan köprüler olmuştur. İkinci meşrutiyet sırasında kurulan Türk derneği Kırım, Macaristan ve Bulgaristan’dan sonra İstanbul’da şube açmıştır. Bu dernek, Kırım’daki Türkçülük çalışmaları ile Budapeşte’deki Türkoloji çalışmaları arasında bir işbirliği ve koordinasyon sağlamış ve bu iki bölgedeki birikimin bir Türk devleti kurmak üzere İstanbul üzerinden Anadolu’ya taşınmasını sağlamıştır. Türk derneği Türk asıllıların yanı sıra Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarına da çatısı altında yer vermiştir. Türk Derneği Türkçe üzerinde bilimsel çalışmalar yaparak bütün Türk dünyasının tek bir dilin yardımı ile ortak bir kültüre sahip olması için çaba gösteriyordu. Türk derneğinin çalışmalarına daha sonraları Türk Yurdu Derneği çatısı altında devam edilmiştir. Türk Yurdu Derneği de uzun ömürlü olamamış ve daha sonraları bütün Türkçülük çalışmaları Türk Ocakları çatısı altında bir araya getirilmiştir.

Askeri tıbbiyenin öğrencilerince kurulan Türk ocakları 1911 yılında resmen çalışmalarına başlamıştır. Türk soyunun geliştirilmesi amacıyla oluşturulan bu ocaklar,ittihat ve terakki iktidarı döneminde bu parti ile yakın çalışmalar yapmışlardır. Rusyadaki Narodnik hareketinin doğrultusunda halka gitmek ilkesiyle yola çıkan Türk ocakları Anadolu’da örgütlenirken, halka doğru gitme çalışmalarında sürekli olarak Türkçü temaları işleyerek Anadolu insanının Türkleşmesinde bir öncü rolü üstlenmiştir. Bilimsel ve kültürel çalışmalara da geniş ölçüde yer verilen Türk ocaklarında ulusal kurtuluş savaşının öncülüğünde yapılmıştır. Ülkedeki Türk kökenli olmayan toplum kesimleri daha çok ülke ve kültür birliği çerçevesinde ele alınarak, Türklerle kaynaşabilmeleri için girişimlerde bulunuyordu. Atatürk yurt gezileri sırasında ülkenin her bölgesindeki Türk ocağı şubelerine gidiyor ve buralarda yaptığı konuşmalarla, halk arasında Türkçülüğün yaygınlık kazanmasına yardımcı oluyordu. Halka gitmek, halkla bütünleşmek ve çağdaş uygarlığı ülkeye getirmek prensipleri Türk ocaklarının çalışmalarında yer almaktadır. Eğitim ve kültür çalışmalarıyla yeni kurulan Türk devletinin kendisine bir ulus yaratma çabalarında Türk ocakları bütün yurtta yaptığı çalışmalarla toplum içinde öncülük görevini yerine getiriyordu. Böylece, kısa zamanda Anadolu ve Rumeli halkının Türk ulusal kimliği kazanmasında Türk ocaklarının önde gelen bir yeri bulunmaktadır. Türk ulusal kimliğinin yaratıcısı örgüt Türk ocaklarıdır.

Adı Türk olan bir ulus ve devlet yaratmak, Türkiye’de ortaya çıkan ulusal kimlik sürecinin başlangıcıdır. Türklük hem bir ortak kökenden gelmeyi belirtir, hem de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın göstergesidir. Türk dünyası açısından Türklük ele alınırsa, Türk topluluklarından ya da devletlerinden birisine vatandaşlık ya da başka tür bağlılıklarla bağlı olan kişiler de Türk sayılmakta, Türkiye cumhuriyeti vatandaşları da Türk kabul edilmektedir. Türk dünyasının bir üyesi olmak bir kültürel ve sosyal bağı ortaya çıkarmakta, ama Türkiye cumhuriyeti vatandaşı olmak ise bir hukuki bağı göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti anayasasına göre Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Türk kanından ya da soyundan gelmek gibi bir etnik köken ulusalcılığı burada aranmamış, aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin Mustafa Kemal’in söylediği gibi Misak-ı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denilerek bir ülke ulusçuluğu modeli geliştirilmiştir.Türk devletinin çağdaş bir cumhuriyet yapılanması ile ortaya çıkması, geçmişte kalmış kan ve ırk bağına bağlı katı milliyetçiliği bir yana bırakmış ülke ve ortak yaşam düzenine bağlı vatanseverlik çizgisinde yeni bir Türk kavramı gündeme getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan ve devletin ilgili makamlarının izniyle vatandaşlık statüsü kazanan herkes Türk’tür. Türk vatandaşları arasında hiçbir biçimde etnik köken ayrımı yapılmaz. Herkesin alt kimliği kendi kültürel zenginliği olarak kabul edilir ve bu farklı alt kimliklerin ülke ve milletin bölünmesi için dayanak yapılmasına izin verilmez. Anayasa ve yasalarda yasaklanmış olan bölücülük suçu bu konuyla ilgili istismarları açığa çıkarmakta ve Türk devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olması biçimindeki anayasa ilkesinin yaptırımı olarak makamlarca uygulanmaktadır.

Altı yüz yıllık bir imparatorluğun üç kıtaya yayılmış ülkesinden gelen göçmenlerin, merkez ülkede direnerek oluşturdukları bağımsız ulus devlet kendisine toplumsal taban olarak Türk ulusu kabul etmiştir. Ulusal kurtuluş savaşı süreci içinde vatan kavramıyla beraber ulus kavramı da gündeme getirilmiş, saldırıya uğrayan vatanın kurtarılması için ulusun azmi ve kararlılığı bütün dünyaya gösterilmiş böylece ulus devletin kurulmasına ve dolayısıyla bir ulusal kimliğin meydana gelmesine giden yolu açmıştır.Türkiye’de yaşayan herkesin Türk sayılması onların bu ulusal kimlikten anayasal düzen çerçevesinde yararlanmalarını sağlamaktadır. Vatandaşlık hukuk’u ve uluslararası insan hakları düzenlemeleri çerçevesinde Türk vatandaşlarının ulusal kimliği, ulusal ve uluslararası hukukun koruması altındadır. Bu doğrultuda Türk vatandaşları uluslar arası alanda benimsenmiş bütün insan haklarından eşit düzeylerde yararlanma hakkına sahiptir.

Ulusal kimliği tanımlayan Türklük kavramı son yıllarda Türkiye’yi belirli yerlere çekmek isteyen kesimlerce tartışma konusu haline getirilmektedir. Türklüğün belirsiz bir kavram olduğu, bu nedenle yasalarla korunamayacağı öne sürülmektedir. Beş bin yıllık Türk devletleri tarihi görmezden gelinmekte, Türklerin Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu aracılığı ile Önasya’da bin yıldır devlet olarak yaşadıkları gerçeği görmezden gelinmektedir. Avrupa ülkelerinin tamamında ulus devletlerin dayandıkları kendi ulusal varlıklarını koruyan, ulusun adını koruma altına alan çeşitli anayasal ve yasal düzenlemeler yokmuş gibi hareket ederek Türklük kavramını yasalarla korunmasına karşı çıkılmaktadır. Bir ulus devletin diğer ulusların bulunduğu uluslar arası alanda devletlerarası rekabet düzeni içinde kendini ve ulusunu gene kendi organlarıyla çıkardığı yasal düzenlemeler aracılığı ile koruması son derece doğal bir durumdur. Bütün batı ülkelerindeki bu genel durumun Türkiye’de de olmasından rahatsız olan Türklüğe karşı olan kesimler bir ulusal kimliğin adı olan Türklük kavramının anayasa ve yasalarca korunmasına son verilmesini istemektedirler.

Türkiye Cumhuriyeti belirli bir bölgesel planlar doğrultusunda bir ulus devlet olmaktan çıkartılarak uluslar arası sermayenin denetiminde çokuluslu bir bölgesel federasyona dönüştürülmek istenirken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sahip olduğu ulusal kimliğin adı olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını sahip olduğu ulusal kimliğin adı olarak Türklük kavramı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Fransızlık, Almanlık vb gibi batının önde gelen ulusal kimlik adları devam ederken Türklerin ulusal kimliğini yansıtan Türklük kavramının kaldırılmak istenmesi gerçekten düşündürücüdür. Batının ileri ülkelerinde bir hak olarak korunan ulusal kimlikler o ulus devletlerin çatısı altında ve ulusal hukuklarının yardımlarıyla korunurken Türkler için Türklük kavramının korunması bir türlü kabul edilmek istenmemektedir. Bütün kimlikler ve kişilikler hem ulusal hem uluslar arası hukuk tarafından korunurken, Türk ulusal kimliğinin de tıpkı diğerleri gibi bu koruma şansından yararlanması gerekmektedir. Devletler gibi milletler de var olma haklarını korumak ve savunmak durumundadırlar. Millet yapısı içinde de ulusal kimlikler bu doğrultuda koruma hukukundan yararlanabilmektedir. Başka tür devlet modellerini belirli çevreleri çıkarlarını doğrultusunda gündeme getirenler, bu doğrultuda ulus devletleri devre dışı bırakmak ve bu devletlerin dayandığı ulusal yapıları tasfiye etmek için önceden hazırlanmış planlar uygulanmaktadırlar. Bu doğrultuda ulusal kimliklere fazlasıyla saldırılmakta ve bu tür kimliklerin ortadan kalkabilmesi için alt kimlikler hortlatılarak, kültürel haklar doğrultusundaki düzenlemelerle kozmopolit toplum yapısına giden yol açılmaktadır. Küçük eyaletlerden bölgesel federasyonları kendi denetimi altında oluşturmak isteyen küreselci kapitalist sistem ulus devletlerle beraber, uluslararası ve ulusal kimlikleri be nedenle hedef almaktadır.

ULUS GAZETESİ "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara: 19.11.2008) ANKARA KALESİ -ULUS gazetesi ATATÜRK’ün yayın organıdır.Bir anlamda Atatürk’ün gazetesidir. .Ulusal kurtuluş savaşımızın önderi Atatürk daha Sivas kongresi sırasında bir yayın organını gündeme getirmiş ve ilk olarak , Sivas kongresi yapıldığı sırada bu kentte , ulusal kurtuluş savaşının sesi olarak İradeyi Milliye gazetesini çıkarmıştır ..

ANKARA KALESİ 
ULUS GAZETESİ
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara: 19.11.2008

ULUS gazetesi ATATÜRK’ün yayın organıdır.Bir anlamda Atatürk’ün gazetesidir. .Ulusal kurtuluş savaşımızın önderi Atatürk daha Sivas kongresi sırasında bir yayın organını gündeme getirmiş ve ilk olarak , Sivas kongresi yapıldığı sırada bu kentte , ulusal kurtuluş savaşının sesi olarak İradeyi Milliye gazetesini çıkarmıştır .. Bu gazete bir süre Sivas merkezli bir yayın organı olarak Anadolu halkına Kuvayı Milliye hareketi adına seslenmiş , daha sonra da bunun yerini Hakimiyeti Milliye gazetesi almıştır . Sivas kongresi kararları doğrultusunda yeni devletin başkenti olarak Ankara seçilmiş , buraya gelindikten sonra da yeni merkezden Türk ulusuna seslenmek üzere Hakimiyeti Milliye adını taşıyan bir gazete çıkarılmıştır . Atatürk’ün öncülüğünde ulusal kurtuluş savaşının yayın organı olarak çıkartılan bu gazete , Ulus gazetesinin ilk ortaya çıkan biçimidir . Kurtuluş savaşı süresince bu isimle çıkartılan gazete daha sonra devletin kurulmasının tamamlanmasıyla ULUS adını almıştır .Bu açıdan , ULUS gazetesi için ATATÜRK’ün yayın organı denilebilir .Atatürk zaman zaman bu gazetenin başyazılarını imzasız olarak yazmış ,bazan da takma isim kullanarak kamuoyuna yansımasını istediği mesajları gene bu gazete aracılığı ile gündeme getirmiştir .

ULUS GAZETESİ , bir anlamda başkentin sesi olarak örgütlenmiştir . Özellikle , Abdülhamit döneminde İstanbul’da Babıali merkezli bir basın yapılanması kurulmasından sonra ,İstanbul imparatorluğun başkenti olarak ülkenin aynı zamanda basın merkezi olmuştur . O dönemin baskıcı yönetimine karşı ülkeye cumhuriyet ve demokrasi getirmek isteyen aydın çevreler , böylesine bir basın yapılanması içerisinde yer almışlar ve İstanbul merkezli çıkan gazeteler aracılığı ile imparatorluğun son döneminde ülkeyi kurtarmak üzere halka seslenmişlerdir . Ne var ki , bu basın organlarının sahiplrnin dış bağlantılı olması ve yabancı ülkelerin desteği ile çıkmaları gibi bir durum , İstanbul basınını mütareke basını konumuna sürüklemiştir . Birinci dünya savaşının sona ermesiyle , İstanbul hükümeti teslim olmuş , son hükümetin Sevr antlaşmasını imzalamasıyla da Türk tarihinde mütareke İstanbul’u dönemi başlamıştır . Mütareke İstanbul’u olgusu da beraberinde bir mütareke basınını gündeme getirmiştir . Teslim olan bir devletin başkenti olarak İstanbul batılı emperyalistlerin denetimine geçince ,İstanbul basını da ülke ve devletin çıkarlarını temsil etmeyi terkederek mütareke basını konumuna gelmiştir .

Abdülhamit döneminde Anadolu yollarının yapılması ve telgraf direklerinin dikilmesi nedeniyle , ülkenin çeşitli kentlerinde yerel yayın organları oluşturulmuş ve bunlar ulusal kurtuluş savaşı sırasında Kuvayı Milliye basını olarak önemli hizmetler yapmışlardır . Atatürk’ün ulusal kurtuluşu zafere götürmesinde hem Telgraf sisteminin hem de Kuvayı Milliye basınının önemli katkıları olmuştur . Atatürk her ikisini de kullanarak ülkede ulusal bir kamuoyu yaratmıştır . Batı emperyalizmine teslim olan İstanbul basını ise tam anlamıyla bir mütareke basını olarak hareket etmiş ve bütün Anadoluyu saran ulusal kurtuluş savaşını görmezden gelmiştir .Anadolu halkı direnirken ,Kuvayı Milliye basını bu kutsal isyanın sesi olmuş , İstanbul’daki işbirlikçiler ve mandacıların denetimi altında kalan eski Osmanlı basını , Atatürk ve arkadaşlarını çapulcu ilan etmekten kaçınmamışlardır . Hatta daha da ileri giderek ,ulusal kurtuluş savaşı direnişini vatan hainliği ile suçlayacak kadar ileri gitmişler ve böylece kendi teslimiyetçiliklerini örtbas etmek istemişlerdir .İmparatorluktan ulus devlete geçerken eski başkent İstanbul’un Anadolu halkına sırtını dönmesi ve yeniden Bizans imparatorluğu kurmak isteyen batılı emperyalistlerin dümen suyuna girmesi , Türk halkındaı çok büyük bir tepki yaratmıştır . İşte bu isyan hem Anadolu basınının kurulmasına giden yolu açmış, hem de yeni başkent Ankara’da Hakimiyeti Milliye gazetesinin çıkartılmasına neden olmuştur . İstanbul basını teslim olmasa ve ulusal kurtuluş savaşını desteklese belki de bir Kuvayı Milliye basınına gerek olmayacaktı .

Daha sonra ULUS adını alacak olan HAKİMİYETİ MİLLİYE gazetesi hem yeni devletin hem de başkent ankara’nın sesi olmuştur . Yeni devleti kuran Türk halkının siyasal örgütlenmesi olan Anadolu ve Rumeli Müdafayı Hukuk cemiyeti ,daha sonralı bir partiye dönüşünce , bu partinin kurucu genel başkanı olan Atatürk’ün gazetesi olarak ULUS da cumhuriyeti Türk ulusu adına kurmuş olan Cumhuriyet Halk partisinin yayın organı konumuna gelmiştir . Gazete ilk çıktığından sonra kapatılana kadar bir parti yayın organı konumunda kalmış ve daha sonra da bu nedenle kapatılmıştır . Atkatürk’ün partisinin resmi yayın organı konumundaki gazete ,hem Atatürk hem de İnönü dönemlerinde aynı statüde yayına devam etmiş ama daha sonra ları İngiltere ve Amerika’da eğitim görmüşbir gazeteci Atkatürk’ün partisine genel başkan olunca kapatılmıştır . İngiltere’de basın ateşeliği yapan ve Amerika’da çeşitli kurslardan geçen bu gazeteci yurda döndükten sonra ULUS gazetesinde köşe yazarlığına başlamış ve bu gazete sayesinde tanındıktan sonra milletvekili olmuş ,daha sonra da ikinci adamın yaşlanması nedeniyle de Atatürk’ün partisine genel başkan olmuştur . İşin en garip yanı ,bu gazeteden yetişen bir gazetecinin Atatürk’ün partisine genel başkan olduktan sonra , kendi yetişytiği basın ocağı olan ULUS’u kapatmasıdır . Gazeteci genel başkan , başına geçmiş olduğu partiyi gazetesiz bsırakmış ve daha sonraki yıllar Atatürk’ün yayın organı olan bu gazeteden Türk ulusunu ve kamuoyunu mahrum bırakmıştır .

Ankara bugün gazetesi olmayan tek dünya başkenti konumundadır . Zamanında ULUS semtinin ana sokaklarından birisi olan Rüzgarlı sokak bir anlamda Ankara’nın basın ve yayın merkezi idi . Bu durumun ortaya çıkmasında , Atatürk’ün partisinin genel merkezinin bu sokağın başında olması ve parti merkezinin yanıbaşında da ULUS gazetesinin idare binası ile basımevinin bulunması önemli rol oynuyordu . Bu gazeteden yetişen bir gazetecinin dış desteklerle Atatürk’ün partisine genel başkanı olmasıyla ULUS gazetesi tarihe karışıyordu. Bu gazetenin kapatılmasıyla da başkent Ankara basınının çöküş süreci başlıyor ,Türkiye Cumhuriyetinin merkezi, dünyanın tek gazetesi olmayan başkenti konumuna düşürülüyordu .Atatürk’ün partisinin başına geçerek bu partinin yayın organını kapatan gazetecinin okyanus kıyılarında yetiştikten sonra sonra çağdaş Türkiye Cumhuriyetini Büyük Ortadoğu rüzgarları doğrultusunda Avrupa’dan uzak tutması ,Atlantik insiyatifinin Atatürk’ün devletinde etkisini artırmasına giden yolu açıyordu . Bir parti organı olmasına rağmen bir bağımsız devletin başkentinin önde gelen yayın organı olarak ,ULUS gazetesinin kapatılması , basınsız bir Ankara’ya giden süreci başlatıyordu . . Bu nedenle , Atatürk’ün gazetesinde yetişerek devleti kuran partinin başına geçen gazetecinin çok büyük bir kusuru ve tarih karşısında sorumluluğu bulunmaktadır .

Eski ULUS gazetesinin başkent Ankara’nın gelişmesinde ve Türkiye Cumhuriyetinin ilerlemesinde son derece önemli katkıları olmuştur . Atatürk’ün gazetesi olarak bütün Anadolu basınına öncülük etmiş , Ankara ‘da bir basın yapılanması oluşturarak İstanbsul’a karşı denge sağlamıştır . Ne var ki , mütareke döneminden başlayarak yabancı sermaye ile bütünleşen teslimiyetçi İstanbul basını ,emperyalist planlar doğrultusunda başkent basınının çökertilmesini sağlamış ve daha sonra da yurt düzeyinde bölgesel yayınlara geçerek ,ikinci aşamada Anadolu basınının da çökertilmesine neden olmuştur . Böylesine bir olumsuz sürece rağmen , cumhuriyet tarihi içinde ULUS gazetesinin önde gelen bir yeri bulunmaktadır . Bu gazete her zaman başkent Ankara ile beraber olmuş ve Türk devletinin Atatürk ilkeleri doğrultusunda yönetilmesine büyük katkılar sağlamıştır . Günümüzde Atatürk’ün Cumhuriyeti önemli bir darboğazdan geçerken ,başkent Ankara’nın yeniden toparlanmasına olan gereksinme her geçen gün daha da büyüyerek artmaktadır .Bu aşamada ULUS gazetesi yeniden çıkmaktadır . Haftalık bir yayın organı ile giderek artan gereksinmelerin karşılanması son derece zordur . Laik devleti tehdit eden dinci basın ile , bağımsız devleti tehlikeye sürekleyen küreselci neoliberal basın olgularına karşı ,yeniden ulusal devleti ve milleti toparlayşacak bir Atatürkçü yayın organı olarak ULUS’un Ankara’da günlük yayın organı oarak çıkartılması gerekmektedir . Başkentin yeniden toparlanarak güçlenmesinde , Atatürk7ün gazetesinin günlük olarak çıkartılması ilk adım olacaktır .

ÜNİTER DEVLET "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" (Ankara: 22 Mart 2007) - Üniter sözcüğü batı dillerinde tek devlet, tekil ya tekçi devlet anlamında kulla­nılmaktadır. Tek bir siyasal yapıya dayanan genel olarak bir siyasal bü­tünü temsil eden devlet modellerine üniter devlet adı verilmektedir.


ÜNİTER DEVLET 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara: 22 Mart 2007

Son zamanlarda Türkiye üzerine yapılan tartışmalarda ulus devlet kav­ramı ile beraber üniter devlet konusu da gündeme getirilmektedir. Üniter sözcüğü batı dillerinde tek devlet, tekil ya tekçi devlet anlamında kulla­nılmaktadır. Tek bir siyasal yapıya dayanan genel olarak bir siyasal bü­tünü temsil eden devlet modellerine üniter devlet adı verilmektedir. Latince kökeninden gelen bu kavram daha sonraki dönemlerde özellikle batı ülke­lerindeki tekçi ve bütüncül devlet yapılarını açıklarken ya da bir hukuki yapı üzerine oturturken kullanılmaktadır. Üniter devlet bütün varlığı ve uzantıları ile tek ve bütün bir yapıyı temsil eden devlet biçim anlamına gelmektedir. Özellikle parçalı devlet türlerine karşı ortaya konulan bir devlet türü olarak kabul edilebilir.

Türkiye Cumhuriyeti anayasasının ilk maddelerinde, Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, biçiminde bir tanımlama oldu­ğu içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti için de üniter devlet denilebilir. Türk devleti kuruluşundan bu yana tek ve bütün bir siyasal yapı ile ortaya çık­mış ve günümüze kadar bu yapı ile gelmiştir. Üniter devlet olarak Türkiye ulusal sınırlar içerisinde tek bir siyasal yapı olarak varlığını ortaya koy­maktadır. Devletin kuruluşundan bu yana devam eden bu çizgi, günümüzde de bir anayasa kuralı ile sürdürülmekte ve Türk devletinin tanımı yapılırken ana ve belirgin bir özellik olarak ortaya konulmaktadır. Devletler tekçi ya da parçalı yapılar olarak ayrılırken, karma devlet modelleri bunların yanı sıra devreye girerken, üniter devlet tanımlaması tekçi modellerin adı olarak ortaya çıkmıştır.

Karma yapılı devletler bazen parçalar bazen de farklı yapıların bir araya gelmesiyle kurulmaktadır, Dünyadaki büyük alanlara yayılmış olan dev­letlere bakıldığı zaman, parçalı ya da karma yapılara sahip oldukları o nedenle bunların tek ve bütün bir siyasal yapıya sahip olmadıkları ve bu doğrultuda tekil ya da üniter devlet sayılamayacakları görülmektedir. Küçük devletlerin bir araya gelmesinden meydana çıkan devlet yapılarına federasyon ya da konfederasyon adı verilmektedir. Yerel düzeyde ortaya çıkan yönetim birimleri dışa karşı daha güçlü bir çatı altında birleşmek istedikleri zaman federasyon denen parçalı devlet modellerine yönelmektedirler. Bu durumda bir bütünlükten değil ama bir dayanışmadan söz edilebilir. Dış tehditlere karşı birleşmek gereksinmesi duyan ve bu doğrultuda bir araya gelerek daha güçlü bir siyasal yapılanma ortaya çıkaran bu model üniter devlet adı verilen tek­çi yapının tamamen tersidir. Tekil devlet kesinlikle bir ve bütündür, hiçbir biçimde farklı yapıları içinde barındıramaz.

Üniter devlet yapısı içinde, bir devletin olması gereken temel unsur­larının hepsi tek olmak zorundadır. Bir üniter devlette tek anayasa, tek hukuk düzeni, tek devlet, tek hükümet, tek bayrak ve ülkede birliği sağlayan tek dil vardır. Hiçbir biçimde bu sayılan unsurlara ortak olabilecek ikinciler söz konusu değildir. Tek devlette tek millet tek bir egemenliği kendi iktidarı ve bakımsızlığı için kullanır. Bir devleti oluşturan bütün unsurlar tektir ve hepsi bir bütünün ortak parçalarıdır. Hiçbir unsur tek başına anlam ifade edemez ama bunlar bir araya geldiklerinde üniter devletin değişik unsurlarını oluşturarak, tekil devleti ortaya çıkarırlar. Devletin tekil olması ülkenin de bölünmez bir bütün olduğunun göstergesidir. Her devletin ülkesi, devlet yapısı ile bir bütündür ve devletten ayrılma hakkı bulunmamaktadır. Ülkeyi oluşturan toprakların tamamı dev­letin ayrılmaz bir parçasıdır. Hiçbir devlet ülkesini meydana getiren toprak parçalarını bir başka ülkeye terk edemez, ederse devlet olmaktan çıkar. Her devlet varlığını sürdürebilmek için sınırları içindeki toprak parçalarını sonuna kadar korumak zorundadır.

Üniter devletin ülkesi bölünmez bir bütündür ama kamu yönetimi ama­cıyla il ya da ilçe veya köy gibi yönetim birimlerine ayrılabilir ve bunlar devletin merkezinin bulunduğu başkente bağlı olarak varlıklarını sürdürebilirler. Yalnızca yönetim birimleri olarak oluşturulan bu yapıların devlet merkezinde olduğu gibi yasama ve de yürütme yetkileri yoktur. Bunların hepsi aynı egemenliğe bağlı birimlerdir. Bütün yönetim birimleri ulusal sınırlar içerisinde aynı egemenliğe ve bunun uzantısı olan hukuka bağlıdırlar. Ülke içinde var olan tek hukuk sistemi sınırlar içindeki bütün kamu yönetimi birimlerin aynı zamanda ve eşit düzeyde uygulanır. Hiçbir yönetim birimi kendine özgü bir uygulama ya da ayrıcalık talep edemez. Bir ülkede egemenlik tek ve bütün olduğu için egemenliğin kullanım sahası ulusal sınırlar içerisindeki bütün ülkedir. Egemenliğin kaynağı ve kulla­nım biçimi bütün ülke için aynı düzeyde geçerlidir.

Benzeri bir biçimde, üniter devletlerde ülke gibi millet unsuru da bölünmez siyasal bütünün bir parçasıdır. Milleti oluşturan insan unsuru üzerinde dil, din ya da etnik grup açılarından herhangi bir ayırım yapıla­maz. Hiçbir üniter devlette toplumlar, gruplar ya da cemaatler açısından herhangi bir ayırım yapılamaz. Ülke merkezinin elinde bulunan ulusal ege­menlik tekeli toplumun bütünü için geçerlidir ve hiçbir farklılık yara­tılamaz. Üniter devlet sadece yer bakımından federalizme değil ama aynı zamanda alt gruplar açısından da bir federalizmi, yani korporasyonlara dayanan federal yapıyı reddeder. Ülkede tek olan egemenliğin kullanım sahası hem toplumun hem de devlete bağlı toprakların bütünüdür. Egemenli­ğin ürünü olan bütün yasalar eşit koşullarda devletin ülkesinin ve milletinin tamamı üzerinde geçerli bulunmaktadır.

Tekil devlet esaslarına göre düzenlenen anayasalarda federasyon ilke­lerine ver verilemez. Devletin yapısındaki bölünmez bütünlük ilkesi egemenliğin ulus ve ülke bütünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısı ile bütünleşmesini gerektirir. Bu doğrultuda ulusal devlet ilkesi tek bir büyük ulus anlayışına ver verdiği için üniter devlet sınırları içinde bir başka ulusal yapıya yer verilmesi mümkün değildir. Tek bir anayasa ve hukuk düzeni içerisinde federatif yapıya yer verilemez. Devlet ve ülke kavramlarının ülkede var olan tek ulusun egemenliği ile bütünleştirilmesi devletin herhangi bir etnik kökenden gelenlerle ya da bir toplumsal sınıf ile özdeşleştirilmesine engel bulunmaktadır. Devlet her türlü grup ve de sınıfın üstünde ulusun siyasal örgütlenmesi olarak ortaya çıkar. Millet devletin üç unsurundan birisi olarak bölünmez bütünlüğün bir parçasıdır. Bir millet ulusal sınırlar içerisinde yer alan bütün grupların, sınıfların ya da alt kimlikli cemaatlerin bir araya geldiği bir üst kimlik olarak ka­bul edilmektedir. Devletin insan topluluğu içinde yer alan bütün alt kimlikli gruplaşmalar millet kavramı doğrultusunda bir üst kimliğe bağlı ola­rak bir araya gelirler. Bir millet içinde barındırdığı birbirinden farklı sosyal unsurlarla bir bütündür ve tektir. Aynı ülkenin sınırları içerisinde başka bir milletin var olabilmesi ya da yaşayabilmesi üniter devletin nite­likleri açısından mümkün değildir. Devletin ülkesiyle olduğu kadar milletiyle de bölünmez bir bütün olması da Üniter devlet ilkesi doğrultusunda aynı doğrultuda değerlendirilmektedir.

Üniter devletin yönetiminde milletin fertleri arasında hiçbir ayırım gözetilemez. Ulusal bütün parçası ve uzantısı olan vatandaşlar eşit hak ve özgürlükler doğrultusunda ülke yönetimine katılmakta serbesttirler. Ülkede devlet ve toplum yönetimine katılmakta insanlar arasında hiçbir ayırım yapılamaz. Etnik gruplar, dini cemaatler ya da dilsel topluluklar arasında üniter devletin sahip olduğu egemenlik yetkilerinin kullanılması açısından herhangi bir ayırım yapılamaz. Birbirinden farklı olan alt kim­likler üniter devlet içerisinde bir kültürel zenginlik olarak tanınabilir, belirli alt gruplara dahil olan insanların alt kimlikleri baskı altına alınmadan bireysel insan hakları doğrultusunda belirli bir hoşgörü ile karşı­lanabilir ama bunların kolektif haklar düzeyinde hukuki bir yapıya dönüş­mesi kabul edilemez. Böylesine bir dönüşüm üniter devlet ilkesine ters düşmektedir. Alt kimlikli toplum kesimlerin gruplar halinde kolektif kültürel haklara ya da farklı siyasal haklara sahip kılınması üniter dev­let ilkesinin reddi anlamına gelecektir. Hiçbir ulusal ya da üniter dev­let böylesine bir adım atamaz, atarsa kendisini inkar etmiş sayılır, Kendi tekçi devlet yapısına sahip çıkamayan devletler zaman içerisinde üniter devlet olma özelliğini yitirirler.

Bir toplumu ya da ülkeyi bölmek girişimi ya da eylemi, üniter devlet ilkesi açısından suç olarak görülmektedir. Genel olarak bütün üniter dev­let anayasaları kendini korumaya yönelik olduğu için, bu anayasa çerçevesinde çıkartılan ceza yasalarında üniter devleti bölecek ya da parçalaya­cak farklı kimlik yaratıcı ya da savunucu kalkışmalar suç olarak kabul edil­mektedir. Üniter devlet çatısı altında birbirinden çok farklı alt kimlik­lere sahip olan kişiler, anayasal çerçevede bir ulusal yapının ortak ve benzer üyeleri olarak kabul edilmekte hiçbir farklılık yaratma hakları bulunmamaktadır. Kendi kişisel özelliklerini ya da alt kimlikten ileri gelen farklı yapılarını, üniter devlet vatandaşlığının ötesinde ya da ulusal üst kimliğin dışında öne sürerek farklı uygulama isteme hakları bulun­mamaktadır. Üniter devlet ilkesinin gereği, bütün ülke vatandaşlarının üst kimlikli yapı içinde eşit varlıklar kabul edilmeleri esas­tır. Hiçbir kimseye bu açıdan ayrıcalık verilemez.

Üniter devletlerin ana sorunu ülke yönetiminin siyasal ve hukuki anlamda örgütlenmesidir. Tek ve eşit tanınan anayasa ve yasalar, yasalara ülke sınırları düzeyinde üstünlük getirmekte ve bütün vatandaşları yasalar önünde eşit bir statüye sürüklemektedir. Ülkenin her bölgesinde eşit ve birbirine benzer uygulamalar üniter devletin özelliğidir. Hiçbir böl­geye tıpkı insanlara olduğu gibi ayrıcalık tanınamaz. Tek anayasa önünde ülkenin bütün vatandaşları eşit olduğu gibi bölgeleri de eşit olarak ka­bul edilir. Federasyon ya da konfederasyonlarda görüldüğü gibi birbirin­den ayrı konumda bulunan eyaletler ya da bölgeler gibi farklı uygulamaların üniter devlet çatısı altında söz konusu olması mümkün değildir. Özellikle ulus devletlerin bütünlüğü çerçevesinde, ulusal egemenliğin gerekleri olan hukuki ya da siyasi uygulamalar üniter devletin bütün bölgelerinde aynı ve eşit düzeylerde yürütülmektedir. Üniter devletin başkentinde örgütlenen merkezi kamu yönetimi ülkenin her bölgesinde aynı ve eşit düzeyde etkin olmaktadır ve bu doğrultuda vatandaşların tamamına ortak bir uygulama yapılmakta ve hiçbir ayrıcalık söz konusu olmamaktadır. Üniter devletlerin mer­kezleri güçlü olduğu sürece ve bu güce dayanılarak yürütülen kamu hizmet­leri ülke gereksinmelerini karşıladığı kadar devletin hukuki yapılanmasında herhangi bir değişiklik düşünülemez. Ne var ki, kamu hizmetlerinin aksamaya başlaması ya da vatandaşın isteklerinin ya da toplumun gereksinmelerinin eskisi gibi yerine getirilememesi gibi durumlarda, devletin üniter yapısı tartışma konusu olabilmekte ve bu yapının yetersiz kalması gibi durumlar­da yerel özelliklere göre, merkeze bağlı durumun dışında yeni siyasal ve hukuki yapılanmalar gündeme gelebilmektedir. üniter devletlerin yetersiz­liği ya da başarısızlıkları belirli bölgelerde yeni örgütlenme taleplerini ve bu doğrultuda girişimleri gündeme getirebilmektedir. Bu gibi durum­larda üniter devletlerin istikrarı ve yapısı bozulabilmekte ve yeni devlet modeli talepleri ortaya çıkabilmektedir.

Devletlerin tek yapılı olup olmaması bir siyasal tercih, sorunudur ve ulusal yapı ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bir devlet kurulurken, kurucu idarenin durumu ve sahip olduğu özellikler devletin yapısının belirlenmesinde önde gelen bir rol oynar. Kurucu güç bir ulusal yapılanmayı temsil ediyor­sa o zaman kurulan devlet bir ulus devlet olur, eğer kurucu gücün arkasında bir ulusal toplum yoksa o zaman kurulmakta olan devlette bir ulusallık söz konusu olmaz ve yeni devlet tek bir ulus gerçeğine dayanmayacağı için tekil bir modele uygun olarak değil ama ülkenin özelliklerine göre parçalı bir yapıda ya da federatif bir statüde kurulabilir. Devleti kuran gücün ya da otoritenin bu açıdan hem kimliği hem de sahip olduğu özellikler üniter yapının seçilmesinde rol oynamaktadır. Kurucu güçler devleti kurarken bütünüyle serbest hareket edemezler; çünkü tarihi, sosyal, ekonomik ve coğrafi ya da kültürel etkenler kurulmakta olan devletin üniter ya da çoklu yapıda olmasını belirler.

Devletin üniter yapısı hem kuruluş aşamasında hem de daha sonraki dö­nemlerde kamu düzeninin oluşturulmasında, kamu hizmetlerinin görülmesinde önde gelen bir etkiye sahip olmaktadır. Bütün bu durumlar dikkate alınarak bir ülkenin konumuna göre üniter devlet yapılanmasına karar verilir. Eğer kamu düzeninin kurulması ve işlemesi, bu çerçevede kamu hizmetlerinin daha iyi yürütülmesi mümkün olabiliyorsa o zaman üniter devlet modelinin önceliği bulunmaktadır. Merkezi örgütlenmenin sağladığı olanaklar çerçevesinde hem yürütme hem yasama hem de yargı etkinlikleri tek bir çatı altında ör­gütlenerek yürütülür. Merkezi tekil devlette yönetim otoriter niteliği çer­çevesinde ülkede ulusal çerçevede birliği ve bütünlüğü sağlamasına karşılık bürokrasiyi artırmakta ve demokratik rejimlerde de halk kitlelerinin yerel hizmetlerde yönetime katılmasını sınırlayabilmektedir. Yönetim mekanizma­larında bu gibi zorlukları aşabilmek üzere merkezi devlet kendine bağlı olan ülke düzeyinde bir taşra örgütlenmesine gitmekte ve bu doğrultuda işe yerel yönetimleri de katarak bir yetki genişliği sistemi ile daimi hizmetle­rinde daha üst düzeyde bir yeterlilik sağlamağa çalışmaktadır. Merkezin üzerindeki kamu hizmetleri yükünü hafifletmek üzere merkezi yönetime bağlı olarak taşra örgütlerinde görev yapan kamu görevlilerine sınırlı olarak bazı konularda karar verme ve gereken uygulamaları yapma yetkileri verile­bilmektedir. Merkez tarafından atanan kamu görevlileri merkez adına bir hiyerarşik denetime bağlı olmaktalar ve anayasa ile yasalarda belirtilen ilkeler doğrultusunda kamu etkinliklerini yürütmektedirler. Özellikle il yönetimi yetki genişliği esasına dayanmakta ve başkentteki merkezi devletin kararları doğrultusunda bütün il yönetimleri kendi sınırları içinde kendilerinden beklenen hikmetleri yürütmektedirler. Yasal düzenlemelerin verdiği yetkiler doğrultusunda il yönetimleri idarenin takdir yetkisini kullanarak vilayet çerçevesinde devletin etkinliklerinin devamını gerçekleştirirler.

Üniter devletlerin merkezi yapılanması çerçevesinde konu ele alındığında yetki genişliği ilkesi merkezi yönetimi baltalayan ya da sınırlayan değil ama tamamlayan bir örgütlenmedir. Merkezi devletin ülke düzeyindeki örgütlenmesi bir bütünün parçaları olduğu için üniter devlet ilkesini zede­lemez ve bu ilkeyi tamamlar. Ülke sınırlarının geniş olması çerçevesinde yerel nüfusun gereksinmeleri doğrultusunda yerinden yönetim örgütlenmelerine de gidilebilir. Ülkenin yönetim hizmetlerinin merkezi devlet yapılanması dışında farklı yörelerde oturan halk kitlelerinin kendi içlerinden seçtik­leri temsilciler aracılığı ile yürütülmesi sistemine yerel yönetim adı veril­mektedir. Böylece merkezi üniter devletin yanı sıra halkın kendi kendisini yönetmesi esasına dayanan kamu tüzel kişileri ortaya çıkmaktadır. Yerel yö­netim olarak tanımlanan köy ve belediye yönetimleri yerinden yönetimin gerçekleşmesini sağlamak ve demokrasinin tabana yayılmasına yardımcı olmaktadır. Yerinden yönetim kuruluşları üniter devletten ayrı bir hukuki yapıya ve tü­zel kişiliğe sahip bulunmaktadırlar. Devletten ayrı bir yapıda olmalarına rağmen yerel yönetimler gene merkezi devletin birer parçası konumundadırlar ve bu yönleri ile de merkezi devlet bunları denetleyebilmektedir. Yerel yö­netimler merkezi yönetimi parçalayan ya da ona alternatif olan siyasal yapılanmalar değil aksine onu tamamlayan, merkezin almış olduğu kararlar doğ­rultusunda kamu hizmetlerinin yürütülmesini halka ulaşırken daha üst düzeyde yerine gelebilmesi için aracı olan daha alt düzeydeki yönetim birimleridir. Yerinden yönetim birimleri devletten ayrı kişiliğe, amaçlara ve mal varlığına sahiptir.

Yerinden yönetimlerde sorumluluk yerel yöneticilerin omuzları üzerindedir. Bir üniter devlet içindeki yerel yönetimler hiçbir biçimde üniter devletin tek yapılı statüsünü ortadan kaldırmaz. Ülke içindeki bütün yerel yönetimler merkezi devletin parlamentosundan çıkan yasalarla bağlıdırlar ve bunlar doğ­rultusunda çalışmalarını yürütmek zorundadırlar. Üniter devletin anayasa ve yasaları merkezi devleti olduğu kadar yerel yönetimleri de bağlamaktadır ve yerel yönetimler bu doğrultuda çalışmalarını sürdürürken merkezi devletin üst organları tarafından denetlenirler. Üniter devletin hükümetlerinin aldı­ğı bütün kararlar merkezi yapıyı olduğu kadar bütün yerel yönetimleri de bağlamaktadır. Yerel yönetimler bu doğrultuda dolaylı olarak üniter devlet kamu yönetiminin birer uzantısı olarak kabul edilebilir. Yerel yönetimler bulundukları bölgelerde merkezi idarenin taşra örgütlenmesinin uzantısı olan mülki amirliklere bağlı bulunmaktadırlar. Kamu yönetiminde ikilemelere yol açmamak üzere yerel yönetimler merkezi devletin plan ve programlarına dikkat ederek etkinliklerini sürdürmek durumundadır. Merkezi devletin yetkili makamları yerel yönetimler üzerinde vesayet makamı olarak denetim görevini yerine getirirler ve bu yoldan üniter devlet statüsünün korunmasını sağlarlar.

Ulus devletlerde ulus üstü ya da ulus altı bölgelerin gündeme gelmesi üniter yapıların varlığı ve devamlılığı açısından önemli bir teh­dit içermektedir. Ülke kavramının ötesinde bölge kavramının gündeme gelmesi, üniter yapılar açısından belirleyici olan ülke kavramını ikinci plana bırakmaktadır. Bu aşamada ülke ve bölge kavramları arasındaki ilişki bir belirsizlik yaratabilir ve beraberinde üniter yapının tartışma konusu olmasına neden olabilir. İspanya, İngiltere ya da İtalya gibi alt kimlikli ulusal toplulukların belirli bölgelerde yaşaması ama buna rağmen ulusal sınırlar içerisindeki ülkenin içinde yer almaya devam etmesi ayrı bölgelerin tanınmasına rağmen üniter siyasal yapının devam ettiği iddiasını öne çıkarmaktadır. Ulus devlet niteliği taşıyan üniter yapılar içerisinde böl­gesel devletleşme ölçüsünün gündeme gelmesi ortaya üniter devlet modeli ile ilgili olarak yeni tartışmalar getirmiştir. Bölge kavramı ile ülkeler alt gruplar ya da ulusal topluluklar kavramları ile de uluslar tartışma konusu haline gelirken ulus devletlerin üniter yapıya sahip olması ilkesi çok ciddi boyutlarda sarsıntılar geçirmektedir.

Modern devletler Fransız devrimi sonrasında akılcılığın getirdiği rasyonalizasyon ilkesine dayandığı içindir ki, devlet aklı bir ülkede tek bir devleti gerektirmekte ve parçalı yapıyı kabul etmemektedir; çünkü bir ülkede devlet aklı tek bir devlete ve de devletin ülkesiyle ve de milletiyle bütünlüğü ilkesine dayanmaktadır. Akılcılık bir ülkede üniter dev­leti gerekli kılmaktadır; çünkü aynı ülkedeki gelişmelerde akla olan gereksinimin kullanılabilmesi için tek bir çatı altında hareket edilebilmesine ve devlet gücünün bunu güvencesi altına alabilmesine bağlı bulunmaktadır. Bir ülkedeki insan topluluğunun düzenli ve istikrar içerisinde yaşayabil­mesi için tek ve güçlü bir egemenliğin üniter devlet çatısı altında örgütlenmesi gerekmektedir. Üniterizmin birlikçi tavrı aynı ülkede tek bir devlet çatısı altında uyumlu bütünü ifade etmektedir. Birlik tavrı aynı ül­ke içinde yaşayan insan topluluğunun ulusal bir yapı içerisindeki tekliğini ve bütünlüğünü öne çıkarmaktadır. Egemenliğin tek ve bütün olması siyasal iktidar ve hukuk düzeninin de bölünemezliğini ortaya çıkarmaktadır. Bura­da birlik içerisinde ortak özelliklerin örgütlenmesi ve güçlü bir biçimde toplumun geleceğini belirlemesi söz konusudur. Federal yapılarda var olan farklılıklarla birliktelik ya da farklılıkların kurumlaşmasıyla ortaya çı­kan ulus altı kimliklerin varlığı söz konusu değildir. Üniter devletin başkentindeki merkezi örgütlenme ülkedeki farklılıkların aşılarak ulusal bir üst kimlikte bir araya gelmeyi ve toplumun bu doğrultuda örgütlenerek geleceğe yönelik kurumlaşmasını gerçekleştirecektir. Ülkenin başkenti dışında kalan bütün bölgeler merkezin yapılandırması doğrultusunda kendileri için belirlenen üniter yapıya zorunlu olarak uymak durumundadırlar.

Üniter devlet modelinin varlımı açısından bunun belirleyicisi olan merkeziyet ve yerel yönetimler arasındaki sınır son derece önem taşımakta­dır. Üniter devletin başkentindeki merkezi devlet yapısı içindeki kurum­lar kamusal alan ile ilgili olarak asıl yetkinin sahibidirler. Federasyon­larda görülen çok merkezlilik kesinlikle üniter devlet yapılarında sözkonusu değildir. Birden çok yönetim birimlerinin bulunduğu federal düzenlerde ciddi bir yönetim karmaşası gündeme gelebilir ve bu durum kamu hizmetlerinin gerektiği gibi görülmesini engelleyebilir. Üniter devletlerde hiçbir zaman görülmeyen bu durumlar federasyonların devamlılığı açısından çok ciddi çıkmazlar gündeme getirebilmektedir. Devletlerin federasyon modeli ile örgütlenmeleri çoklu yapı ile beraber bir karışıklık ortamını beraberinde gündeme getirmektedir. Federasyonlarda federal merkezini federe otoriteler üzerindeki denetimi üniter devletlerdeki merkezi otoritenin yerinden yöne­tim organları üzerindeki denetimlerine benzetilebilir ama bu durum yöne­timin bütünlüğü ilkesi olduğunu göstermez. Üniter devletler de var olan yönetim bütün parçacı devletlerde, bölgeli siyasal yapılarda ya da federasyonlar da yoktur. Merkez organlarının aldığı kararlar ya da yürüttüğü hizmetler ülkedeki herkes için geçerlidir. üniter devletlerin dayan­dığı merkeziyet sistemi gerek yer yönünden gerekse kişiler açısından bütün karar alma yetkilerini kendisinde toplayan bir sistemdir. Ulus altı bölge­sel devletler ise genel anlamda bu düzeni bozmaktadırlar. Ne var ki, her ülkenin içinde bulunduğu özel koşullar bu tür özel bölgelere yer verilmesini ülkenin birlik ve bütünlüğünü saklamak açısından zorunlu kılabilmektedir. Ulus altı özel bölgelere yer verilmek durumu gelecek açısından ayrılma ya da parçalanma gibi riskleri gündeme getirmesi açısından üzerinde durulması gereken bir konudur. Gelecekte ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmayacak derecede toplum içinde uyumu gerçekleştirebilmek amacıyla bazı bölgelere dışlamadan özel durumları dikkate alınarak, üniter devlet siste­mi içerisinde kalmak koşulu ile bazı geçici önlemler alınabilir ya da belirli bir hoşgörü çerçevesinde onları kazanıcı alımlar atılabilir. Bu gibi özel uygulamaların geleceğe dönük bir farklılaşmayı kurumlaştırması düşünü­lemez çünkü devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesine ters düşebilecek ayrılıca gidebilecek farklılıkların kurumlaşmasına neden olabi­lir. Üniter bir siyasal yapının bütünlüğü açısından bu gibi konuların son tahlilde değerlendirilmesi gerekmektedir.

Otonomi ya da özerklik ilkeleri, üniter devlet modeliyle çelişen uygu­lamaları gündeme getirmektedir. Daha çok parçalı yapıya sahip bulunan devletlerde görülen bu ilkeler federasyonların ya da konfederasyonların gerçek­leşme aşamasında belirli bölgelere tanınan ayrıcalıklı durumlarda söz konusu olmaktadır. Ulus altı veya devlet altı düzenlemelerde belirli bölgeler ayrıcalıklı bir biçimde gündeme geldiğinde özerklik ya da otonomi statüleri devreye girebilmektedir. Özerklik belirli bir ölçüde özgür davranmayı ve merkezin dışına çıkarak karar mekanizmasının hareket etme serbestisini be­raberinde getirmektedir. özerkliğe sahip olan yerel yönetimler ya da ulus altı bölge yönetimleri devlet altı statüye sahip olmaları ile beraber üniter yapı açısından kabul edilemeyecek bir otonomi talep edebilirler. Otonomi ya da benzeri bir biçimde özerklik statüsü kendi başına hareket etme ola­nağını da beraberinde getirmektedir. Bir üniter devlet içinde ülkenin her bölgesi merkeze aynı ölçüde bağlı olmak ve başkentten gelen kararlar doğ­rultusunda hareket etmek zorundadır. Böylesine bütüncül bir yapı içerisinde de belirli bölgeler için özerklik ya da otonomi talep etmek mümkün değil­dir. Devlet altı konumda sanki devletmiş gibi serbest hareket etmek ya da kendi geleceği için bağımsız kararlar almak üniter devletlerin mantığına ters düşen uygulamalardır bu nedenle devletlerin merkezleri tarafından bu gibi durumların kabul edilebilmesi mümkün değildir.

Üniter devlet statüsü içerisinde bazı alt kimlikli gruplar ülkenin be­lirli bölgelerinde toplanarak sahip oldukları alt kimlikle özerklik ta­lep edebilirler. Böylesine bir uygulamaya geçiş, üniter devlet yapısının ortadan kalkmasına giden yolun başlangıcı olabilir. Sahip oldukları ulus altı alt kimliği ayrı bir ulusal kimliğe dönüştürmek ve bu doğrultuda bağımsız bir ulus devlet kurmak isteyen oluşumlar içinde yer aldıkları ulu­sal ve üniter yapıları parçalama noktasına gelerek yeni bir ulus devlete doğru yol almaya başlayabilirler. Özellikle dünya tarihinin son yüzyıllık döneminde bu gibi birçok oluşum ortaya çıkmış, birbirlerine bakarak emsal oluşturmuşlar, içinde bulundukları ulus devletten ayrılarak kendi ulus devletlerini oluşturmuşlardır. Bir ulus devleti parçalayarak yeni bir ulus devlet biçiminde ortaya çıkma olgusunun en açık örneği Yugoslavya Devleti parçalanırken yaşanmış, buradaki federatif yapıdan yararlanan alt kimlikli eyaletler, yeni bir ulus devlete giden yolda bakımsızlıklarını ilan etmiş1erdir. Kral devletlerin zaman içinde dönüşmesi ya da imparatorlukların parçalanmasıyla ortaya çıka.n ulus devletler sahip oldukları üniter hukuk düzenini koruyamadıkları ama kendi içlerinden yeni ulus devletlerin ortaya çıkmasına yol açan sürece karsı önlem alamamaktadırlar. Yeni bir ulus devletin kurulmasına giden yolda Öncelikle tehlikeye giren bir devle­tin üniter yapısıdır. Üniter yapı yerinden oynatıldı mı ya da en küçük bir ödün verildi mi geri dönülemeyecek biçimde ayrılmaya giden yolun önü açılmaktadır. Yirminci yüzyılda yirmi devletten iki yüz devlete giden yolda bu durumun fazlasıyla görülen örnekleri dünya kamuoyunun önüne getirilmiştir, Ulus altı ya da devlet altı bölgelerin ya da yerel yönetimlerin üniter yapıyı sarsmalarına bu açıdan izin verilmemesi gerekmektedir. Bu doğrultuda gösterilecek en küçük bir hoşgörünün önemli ödünlerin verilmesini yol açtığı ar­tık açıkça belli olmuştur.

Toplumsal bütünleşmenin eksik kaldığı bölgelerde, uluslaşma süreci­nin tamamlanamadığı ülkelerde üniter devlet modelleri eksiklerin tamam­lanması açısından son derece yararlı olmaktadır. Üniter devleti öngören bir anayasal yapı içerisinde güçlü bir biçimde merkezi yönetim kurulursa o zaman başkentten ülkenin her bölgesine yönelik olarak geçen etkili bir düzen oluşturulabilmekte sınırlar içende kalan bölgelerde başıbozuk uygula­malara ya da başkaldırmalara izin verilmemektedir. ?lks^k bütünleşmenin ortaya çıkardığı bütün sorunların aşılmasında üniter devlet yapısı ilaç gibi etki yapmakta güçlü bir merkezi yönetime bağlılık ülke içerisinde hem istikrar hem düzen yaratmaktadır. Orta çağdan kalma bölge yönetimleri ve kent devletçikleri olgusu, Avrupa kıtasında bu yoldan aşılabilmiştir. Özellikle Fransız devrimi sonrasında ülkede merkezi güçlü bir yönetimin oluşturulması ve cumhuriyet yönetimi altında bütün bölgelerle kent devletçiklerinin toparlanabilmesi ancak üniter bir devlet yapısı altında mümkün olabilmiştir. Cumhuriyet yönetiminin dayandığı akılcılık ilkesi, bütün bir ülkenin merkezi yönetime bağlanmasını zorunlu kılarken ülke toprakla­rında düzensizliğe yol açan ve merkezi karşısına alabilecek derecede başı bozuk davranan bölge yönetimlerinin hizaya getirilebilmesi için güçlü bir yönetim ile üniter devlet düzenin kurulmasını zorunlu kılmıştır. Bir cumhuriyet yönetimi ile gündeme gelen üniter düzende ülke içinde hem birlik hem de istikrar sağlanabilmiştir.

Üniter devlet düzeninin kurulmasıyla beraber ülke içinde siyasal ni­telik taşıyan her türlü oluşum ve bunların öncülük yaptığı ayrı yönetim oluşturma girişimleri ulusal yararlar dikkate alınarak bir bölünmeye meydan vermemek üzere devlet merkezi tarafından denetim altına alınır. Eski fe­odal yapılardan ileri gelen bazı farklı siyasal hareketler, belirli bölgelerde ayrı düzen kurma eğilimleri gösterdiği zaman, üniter devlet yapısı bu gibi durumlara izin veremez. Konu demokrasi ya da farklılıklarla birlikte yaşama gibi gerekçelerle sürekli olarak gündeme getirilse de bir üniter devlet düzeni içerisinde ülkenin ulusal sınırları içende yer alan bütün bölgeler eşit ve benzer bir statüde varlıklarını sürdürmek zorundadırlar. Aksi bir durum ülke içinde karışıklıklara yol açacağı için üniter yapıyı bozacak ve federasyona giden yolu açacaktır. Parçalı bir devlet tipi olarak günde­me gelecek federatif yapılarda ise kesinlikle devlet merkezinde egemen olar kurucu irade ya da ulusal güç ülkenin bütün bölgelerini yönetme ve denetim altında tutma şansını yitirecektir. Böyle bir durumda artık hiçbir biçimde üniter devletten söz edebilmek mümkün olamayacaktır. Üniter devletin merkezi bütüncül yapısı kesinlikle hiçbir ayrıcalıklı duruma ülkenin herhan­gi bir yöresinde izin veremez.

Özellikle geniş alanlara sahip bulunan büyük ve orta boy devletlerde merkez ile çevre arasımda ciddi uzaklıklar yaşanabilmektedir. Hem mesafe olarak hem de buna davalı bir biçimde yaşam biçimi ya da düzeni olarak merkez ve çevre farklılığı devlet yönetimleri açısından her zaman için sorun olabilmektedir. Üniter devlet bu açıdan, bir anlamda ülkenin çev­resine karşı merkezde oluşturulan devlet modelidir. Ülke genişliği ve sınırların uzunluğu dikkate alındığında büyük bölgelerin kontrol altına alınabilmesi ve yönetilebilmesi açısından başkente kurulacak güçlü merkezi devlet tek çözüm olarak görülmektedir. Çevrenin izlenmesine denetimi çevrenin sınırları içinde kalan bütün ülkenin yönetimi beraberce ele alınırsa üniter devlet ile en iyi biçimde gerçekleştirilebilmektedir. İnsanların var olduğu her bölgenin yönetilmeye gereksinmesi vardır. Bu gereklilik yerel düzeyde karşılanamıyorsa, o zaman bölgeleri bir araya geti­ren ülkelerin toptan yönetimi söz konusu olabilmektedir. Ülkenin başkent­leri daha çok sınırlar arasındaki mesafeler dikkate alınarak başkentler daha çok bütün sınırlara eşit mesafede yer alabilecek doğal merkez konumundaki kentlerde kurulmaktadır. Başkentin uzak kaldığı sınır yöreleri ülke içinde çevre konumu yaratabilmektedir. Bu gibi durumlarda merkez ve çevre ilişkilerinin dikkate alınarak ülkenin yönetilmesi gerekliliği ortaya çık­maktadır. Çevrede kalan bölgelerin sahipsiz kalmaması ve merkezden kopuk bir yaşama sürüklenmemesi için merkezin etkin bir yönetim izlemesi gerek­mektedir. Merkezi devlet üniter yapısı içinde memleketin bütün bölgelerine bir devlet ana gibi kucak açacak ve ülkenin çevresini kucaklayarak birlik ve bütünlüğü saklanacaktır. Bu doğrultuda hiçbir üniter devlet bir merkez çevre çatışmasına ya da kopuklusuna izin veremez. Eğer böylesin ne olumsuz durumlara göz yumulursa o zaman merkezdeki üniter yapının tüm bölgeleri bir düzene kavuşturmasında ciddi zorluklar yaşanabilir. Birbi­rinden çok farklı ya da uzak olan bölgelerin birlikteliği ancak üniter devlet yapısının hepsini kucaklamasıyla mümkün olabilmektedir,

Üniter devletin teklifi ilkesi ulusun, ülkenin ve de egemenliğin tekliğini beraberinde getirmekte ve toplu bir biçimde birlikteliği gerçek­leştirmektedir. Bu duruma dayalı olarak ülke ve toplum yaşamı ile ilgili bütün değerlerin de tekçi bir çizgide benimsenmesi gerekmektedir. Ancak bu yoldan ülke içinde değişik unsurlar arasında uyumluluk saklanabilecektir. Devlet ve ülke yönetiminin zorunlu kıldığı uyumluluk ancak böylesine bir üniterlik statüsü içinde gerçekleştirilebilmektedir. Devlet içinde var olan hiçbir unsur farklı bir konumda olamaz. Bütün bireyler ve birimler üniter devletin gereği olan kurallara uymak ve bunların içeriğini gerçekleştirmek durumundadırlar. Üniter devletteki ülkenin birliği ve bölün­mezliği ilkesinin gereği olarak hiçbir kimseye ya da birime herhangi bir biçimde ayrıcalık tanınamaz. Üniter devlet farklılıkların değil ama benzer ilkelerin örgütlenmesidir.

Üniter devlet bir anlamda hukuk devletinin türü olarak kabül edilebi­lir çünkü bir devletin üniter yapıda olabilmesi için anayasal bir yapıya sahip bulunması gerekmektedir. Merkez ve çevre ilişkisini ülkenin başkentindeki merkezi devlet yapılanması ile düzenlemeye çalışan üniter devlet bir anlamda kurallar bütünü olarak hem bir hukuk devletini hem de bir nor­matif düzeni yansıtmaktadır. Ülke ve ulus üniter devletin iki temel dayanağı olarak ortaya çıkmaktadır. Tek bir ülkede tek bir ulusu örgütlemeyi hedefleyen üniter devlet sahip olduğu anayasası ile ülkede bir hukuk devletini tekçi bir yapıda kurmaktadır. Merkezden üretilen hukuk herkes için olduğu gibi her birey için de hem aynı hem de eşittir, Hukukla çevrelen­miş bir egemen devlet konumundaki merkezi üniter yapılanma bir coğrafya parçasındaki kamu düzenini ifade etmektedir. Bütün bir kamu düzeni hedef alındığında kamu yönetimi buna göre üniter bir yapıda organize edilmekte­dir.

Fransız devriminin armağanı olan cumhuriyet rejimlerinde devlet aklı üniter bir yapıya dönük olarak kullanılmıştır. Bir anlamda bütün cumhuriyet yönetimleri ülkede halk egemenliğini tam olarak geçerli kılabilmek üzere üniter devleti hedefleyen yapılanmalar içine girmişlerdir. Ülke toplumu halk ya da ulus kavramları doğrultusunda bir bütün olarak ele alındığında kaçınılmaz olarak bu bütünlümün yönetilebilmesi için üniter devlet düzeni öngörülmüştür. Ne var ki daha sonraki dönemlerde demokrasi kav­ramının yaygınlık kazanması ve bu doğrultuda demokrasilerin alt kimliklere yer vermesi doğrultusunda da, ulusal kimliğin üst yapısından alt kimlikle re dönüş gibi bir süreç ortaya çıkmış ve zamanla demokrasilerin genişleme­si ile beraber bu durum cumhuriyet rejimlerinin üniter devlet yapılarını tehdit etmeye başlamıştır. Halk ya ulus egemenlisine dayanan cumhuriyet rejimlerinin bu üst kemliklerin altındaki kimliklerin kendilerine bakımsız siyasal yapılanma arayan maceralarına alet olması beklenemezdi. Nitekim bu doğrultuda sonraki dönemleri demokrasi uygulamaları ile cumhuriyet rejimleri arasında çelişkiler gündeme gelmiştir. Demokrasi görünümündeki alt kimlik ya da yerel özerklik taleplerinin cumhuriyet rejimlerinin akla ve halk egemenlisine dayanan bütüncül sistemlerini tehdit ettiğinin görül­mesi, cumhurivet rejimlerinin üniter devlet yapılarına daha sıkı bir biçimde sarılmalarına neden olmuştur. Günümüz koşullarında daha demokratik cumhuriyet rejimlerinin arandığı bu aşamada demokrasi ile cumhuriyet re­jimleri arasında saklanacak yeni bir mutabakat üniter devletlerin güçlene­rek yollarına devam edebilmesini sağlayacaktır. Akılcılığın, düzenin ve istikrarın sembolü olan üniter yapılı devletlerin önümüzdeki dönemde de değişen koşulları dikkate alarak yoluna devam edecekleri açıkça görülmektedir.

Küreselleşme sürecine girilmesiyle beraber üniter devlet tartışmaları yeniden başlamıştır. Çok uluslu şirketleri elinde tutan uluslararası sermaye bütün dünyayı dubalarının çiftliğine dönüştürmek üzere küreselleşme akımını zorla ülkeler ve halklar üzerine dayatırken, eski dönemden kalan dev­let yapılarını açıkça karşılarına almışlardır. Dünya düzeni yirminci yüzyılın başlarında yaşanan iki büyük dünya savaşından sonra soğuk savaş dönemine girince yeryüzünde sosyalist ve kapitalist kamplar arasında bir soğuk savaş dengesi kurulmuştur. Bu dönemde dünya dengeleri belirli statükolara göre ayarlanmağa çalışıldığı için var olan devletlerin yapıları ya da statüleri ile ilgili herhangi bir tartışma ya da dayatma söz konusu olmamıştır. Ne var ki sosyalist sistemin dağılmasından sonra batı kapitalist sistemi yeniden emperyalizme yönelmiş ve dünya ülkelerine yeni dünya düzeni adı altında bir tür neoemperyalizm denilebilecek yapıyı dayatmıştır. Bu aşamadan sonra ülkelerin ve devletlerin yapıları tartışılmağa başlamış, koskoca bir konfederasyon olan Sovyetler Birliği dağılmış daha sonraları onu Yugoslavya federasyonu izlemiştir. Benzeri bir süreç bütün federasyonlar için yeniden tartışmalara giden yolu açmış, herkes Rusya federasyonunun da dağılmasını beklerken Rusya devlet yönetimi yüzyılların birikimi ile kendi içinde reformu giderek yeni bir dağılmayı önlemiştir. Federasyonların tartışılması ile beraber diğer devletlere de yönelen eleştiriler artmağa başlamış, yeni demokrasi anlayışı adı altında dağılmayı kolaylaştıran bir alt kimlikçilik ya da yerel yönetimcilik bütün dünya ülkelerine empoze edilmeğe başlanmıştır. Bü­tün bu girişimler var olan devletlerin siyasal ve hukuki yapılarının tartı­şılmalarına neden, olmuştur.

Dünyada halen var olan iki yüz civarındaki devletin büyük çoğunluğu üniter bir devlet yapılanmasına sahip bulunmaktadır. Bazıları ulus devlet yapısında örgütlenen bu siyasal birimlerin bir kısmı da ya halk devleti ya da bölge devleti olarak hukuki yapılanmalarını tamamlamışlardır. Bu gibi devletlerin büyük çoğunluğu üniter bir modele sahip oldukları için, küresel emperyalizmin alt kimlikçi, yerelci ya da yeni demokrasi adı altında anticumhuriyetçi girişimlerine maruz kalmışlardır. Bütün bu gelişmeler sürekli olarak batı emperyalizminin denetimi altındaki küresel merkezler tarafından gündeme getirilmiş ve büyük bütçelere dayanan projelerle dünya ülkelerine kabul ettirilmeğe çalışılmıştır. Küresel emperyalizmin bu çapta örgütlenmesiyle çok uluslu şirketlerin büyümek için Önlerinin açılmasını sağlayacak biçimde var olan devletlerin küçültülmesi gündeme getirilmiş ve dış baskılarla dev­letleri küçültme operasyonları hızla birbirini izlemiştir.

Küresel sermayenin güdümündeki medya ve basın bu doğrultularda sürekli yayınlara yönlendirilerek insanların beyinleri yıkanmakta ve bölünerek küçülmenin yolu açılmak üzere üniterliğe karşı ciddi bir kampanya örgütlenmektedir. Siyasetin finansmanı yolu ile bölücüler örgütlenmekte ve birer siyasal güç olarak ülke arenasında kendilerini daha güçlü bir biçimde göste­rebilmektedirler. Özellikle alt kimlikçi ve yerelleşmeci kadrolar emperyal çevreler tarafından devşirilerek siyasette ön plana geçmeleri saklanmakta ve onların kullanılması aracılığı ile üniter devlet yapılarının parçalanmasına giden yol dışarıdan empoze edilen yeni emperyalist bölgesel yapılanma proje­leriyle desteklenmektedir. Büyük parasal kaynakların seferber edildiği bu gibi devletleri küçültme operasyonlarında hedef alınan tek konu devletlerin üniter yapıları olmaktadır.

Küresel sermayenin bütün dünyayı bir sömürge cennetine çevirmesinin yo­lu olarak şirketleri büyütmek ama buna karşı devletleri küçültmek olarak gün­deme getirilmektedir. Giderek sömürünün artması çok büyüyen şirketler tıpkı devletler gibi örgütlenerek ortaya şirket devletleri konumunda çıkmaktalar ve bu yeni yapıları ile ekonomi üzerinden dünyayı kendileri yönetebilmek için her yolu denemektedirler. Şirketlerin çok uluslu bir dev yapıda bütün dünya­yı sömürme girişimlerinin önünde en büyük engel olarak görülen ulus ya da üniter devletler bir an önce ortadan kaldırılmak istenmekte ve bu doğrultu­da işe öncelikli olarak üniter devlet tartışmaları ile başlanmaktadır. Üni­ter yapının alt kimlikler ve devlet altı bölgeselleşme maceraları ile zorlanmasından sonra demokrasi adına cumhuriyet devletlerinin üniter yapısını par­çalayan siyasal girişimler gündeme getirilmektedir. Koskoca Yugoslavya devleti demokrasi adına dağıtılmış ve insan hakları görünümünde alt kimlikçilik kültürel haklara öncelik verilerek küçük devletler yaratılmasına giden yolda devlet düzeni dağıtılmıştır. Benzeri girişimler, her devletin ülkesinin sınırları içinde yaşamakta olan bütün altkimlikli ulusaltı toplulukların kü­çük devletçiklere kavuşması doğrultusunda üniter yapının tasfiye edilmesiyle beraber dünyanın her bölgesinde ortaya çıkmaktadır. On beş yılı aşkın bir süredir küreselleşme dönemi ile beraber ortaya çıkan bu tür girişimler bugün dünyanın bütün üniter devletlerini tehdit etmekte, bölücü hareketlere destek yaratmakta ve devlet sayısının iki yüzlerden iki binlere doğru küçük eyalet devletçikleri biçiminde artmasını sağlamağa çalışmaktadır. Bu nedenle dev­letlerin üniter yapıları günümüzün küresel emperyalizmi tarafından açıkça tehdit edilmektedir. Cumhuriyet rejimleri küresel emperyalizmin tehditleri­ne karşı üniter yapılarını güçlendirerek korumak zorundadırlar.

Genel olarak her ulus devlet aynı zamanda da üniter devlettir, çünkü ulusal birlik ve beraberlik ancak tek bir siyasal ve hukuki yapı ile müm­kün olabilmektedir. Bir ülkede ulusallaşma süreci tamamlanmışsa ve ülkenin ulusu kendi ulus devletini kurmuşsa, oluşturulan siyasal yapı kesinlikle tek bir çatı oluşturacak ve ulusun içinde yer alan her kesim, devletin tüm vatandaşları başkentte kurulmuş olan merkezi ulus devletin vatandaşları ola­rak o yapı içerisinde anayasal çizgide eşit olarak yer alacaklardır. Ulus­laşma süreçleri aynı zamanda bir ülkede bir araya gelme ve bütünleşme gelişme­lerini de kapsayarak bunların daha üst düzeyde bir birlikteliğin hazırlayıcısı olmasını sağlarlar. Bir ülkede ancak tek bir ulus olabilir ve var olan ulusal devletin vatandaşları da üniter yapı doğrultusunda oluşan beraberliğin birer parçasıdırlar. Her ulus devlet bu açıdan kesinlikle aynı zamanda üniter devlettir ama her üniter devlet aynı zamanda ulusal devlet olmayabilir. Ülke ve toplum koşulları nedeniyle bir bölgede kurulmuş olan devlet yapısı toplum uluslaşma sürecini tamamlamamışsa o zaman halk ya da ülke devleti olarak ortaya çıkabilir.

Hukuk açısından ulusal devlet ile üniter devlet yapıları aynı doğrul­tuda hüküm yaratırlar. Ulus devlet anayasalarında da tıpkı üniter devlet anayasalarında olduğu gibi devletin birliği ve bütünlüğü ile merkezi yapısı her türlü siyasal ya da hukuki sorunda temel hareket noktası olarak kabul edilmektedir. Ulusal devletlerin getirmiş olduğu hukuk sistemi ülkenin tamamını kapsadığı için ülke düzeyinde ortalı birlikteliğin gerçekleştirilmesinde yardımcı olabilmektedir. Devletin merkezi açısından üniterlik söz konusu olduğu yerlerde, böylesine bir hukuk düzenini uzun süreli uygulamalarda giderek toplunun uluslaşmasına önemli ölçülerde katkı sağladığı görülmektedir. Bu açıdan üniterlik ve ulusallık arasında hem Önemli ölçüler de yakınlık hem de bir paralellik bulunmaktadır. Bu yakınlığı önleyebilmek üzere ulusallık ya da üniterliği bir yerlere çekmek mümkün değildir. İki devlet türü arasındaki yakınlık ve ayniyata bir anlamda her ikisinin gide­rek tek ve ortak bir anlam doğrultusunda bütünleşmesine giden yolu açmak­tadır. Merkezi devletlerin bünyelerinin güçlendirilebilmesi için üniterli­ğin yanı sıra ulusallık önemli ölçülerde destek sağlamaktadır. Bu nedenle, var olan devlet yapılarının çoğunluğunun hem üniter hem de ulusal devlet ola­rak kabul edilmek ve hareket etmek istedikleri anlaşılmaktadır Türkiye Cumhuriyeti üniter ve ulusal devlet tiplerinin birlikteliği açısından en önemli örnektir. Türk devleti bu birliktelikten yararlanarak kendisine kar­şı ortaya çıkartılmak istenen tehdit süreçlerine karşı son derece etkili bir biçimde kendisini koruyabilmektedir. Benzeri olumlu durum diğer ulus devletler de görülebilmektedir.

YAVRU VATAN İLE ANAVATANI PARÇALAMAK "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" (2023 Dergisi, Kasım 2007- Ankara: 03 Kasım 2007)

YAVRU VATAN İLE ANAVATANI PARÇALAMAK 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
(2023 Dergisi, Kasım 2007)
Ankara: 03 Kasım 2007

Ortadoğu coğrafyasında bir Kürt devleti ikinci kez kurulmaktadır. Yirminci yüzyılın ortalarında İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği tarafından İran topraklarında ilk Kürt devleti kurulmuştur ama ancak bir yıl yaşayabilmiştir. Bir yıl sonra İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri ikilisinin bir operasyonu ile bu yeni devlet ortadan kaldırılmıştır. Doğu ve Batı güçlerinin karşılaştığı dünya arenası konumundaki Ortadoğu bölgesinde aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri tarafından bir Yahudi devleti kurdurulmuştur. Sovyetler Birliği’nin Kafkasya’dan Basra Körfezi’ne inebilmek için kurdurduğu kukla devlet Mahabad Cumhuriyeti, Batı güçleri tarafından yıkılmıştır ama Atlantik emperyalizminin Siyonizm ile işbirliği yaparak kurdurduğu İsrail devleti sonraki dönemde de varlığını korumuştur.

Haritası Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen, ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında değiştirilen Ortadoğu bölgesi, yirminci yüzyılın ikinci yarısında sürekli bir çekişme merkezi konumuna gelmiş, savaşlar hiç eksik olmamıştır. Her on yılda bir Arap-İsrail savaşları gündeme gelmiş ve dünya barışını ciddî boyutlarda tehdit etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğu bir türlü doldurulamamıştır. Batılıların “Şark meselesi” diye adlandırdıkları Osmanlı sonrası dönemde bu bölgenin kalıcı bir haritası çizilememiş ve geleceğe dönük kurumlaşmış bir devlet modeli ortaya konulamamıştır. Bu durumda dünyanın önde gelen bütün emperyalist devletleri ve güçleri bölgenin geleceği ile yakından ilgilenmişler ve kendi çıkarları doğrultusunda haritalar çizerek, bölgeyi geleceğe dönük bir yönde biçimlendirmeye çaba göstermişlerdir. Ne var ki, aralarında bir türlü anlaşamadıkları için, her dönemde farklı yaklaşımlar ortaya çıkmış ve anlaşmazlık bugüne kadar sürüp gelmiştir.

Yirmi birinci yüzyılın başlarında, dünya Ortadoğu’da ikinci bir Kürt devleti macerası ile karşı karşıya bulunmaktadır. Birincisi bir yıl süren projenin ikincisi yaklaşık on yıldır, Amerikan işgali ve İsrail desteği ile sürmektedir. Ortadoğu’da Kürt devleti kurmanın kolay olduğunu ama bunu yaşatabilmenin çok zor olduğunu bilen Atlantik emperyalizmi, kendi çıkarları ve İsrail Siyonizm’i doğrultusunda zorunlu gördüğü bu yeni yetme devleti ayakta tutabilmek üzere askerî işgali sürdürmekte, fiilen kurulmuş olan Kürt devletini yaşatabilmek ve geleceğe dönük kurumlaştırabilmek için çeşitli yol ve yöntemler aramaktadır. On bin kilometre öteden gelerek bir askerî işgal ile dünyanın merkezî coğrafyasında böylesine bir maceraya kalkışan Amerika Birleşik Devletleri, içine girmiş olduğu bu planı tam olarak gerçekleştirebilmek ve kalıcı kılabilmek için her yolu denemekte ve bu doğrultuda bölge ülkelerini de baskı altına almaktadır. Bölgenin haritasını ciddî biçimde değiştirmekte olan bu projenin gerçekleştirilmesinde ABD ve İsrail ikilisi yalnız kalmamak üzere komşu ülkeleri de yanlarına çekebilmenin yollarını aramakta, bu ülkelere çeşitli vaatlerde bulunarak yeni yetme kukla devleti kurtarabilmenin çabalarını göstermektedirler. Erbil merkezli kurulan Erbil Cumhuriyeti’nin, tıpkı eski Mahabad Cumhuriyeti gibi kötü bir yazgı ile karşılaşmaması için önlemler almaktalar ve kendi çözümlerini bölgenin bütün devletlerine dayatmaktadırlar.

Sovyetler Birliği, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya giriş kapısı olarak Mahabad Cumhuriyeti’ni kurarken başarısızlıkla karşılaşmıştır. Amerika Birleşik Devletleri de Kuzey Irak üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgelerine girebilmek amacıyla bir kukla devlet olarak Erbil Cumhuriyeti’ni aşiretlere kurdururken, emperyal amaçları doğrultusunda kullanacağı bir yeni sömürge peşinde koşmakta ve bunu gelecek için kalıcı kılmanın yollarını aramaktadır. Mahabad Cumhuriyeti’ni ABD ve İngiltere ikilisi nasıl yok ettiyse, Amerikan askerî işgali sonrasında kurulan Erbil Cumhuriyeti’ni de ya Araplar, ya İran, ya Suriye ya da Türkiye bir gecede ortadan kaldırabilecektir. Bölgede varolan güçler dengesi bugünün koşullarında ABD’nin çekilmesiyle beraber bu kukla devlete yirmi dört saat bile ömür biçmemektedir. Çünkü İsrail’in gücü ikinci bir İsrail’in bölgede diğer devletlere karşı koruyabilmek için yeterli olamayacaktır. İran ve Türkiye gibi büyük ülkeler ile Suriye ve Irak gibi bölge ülkeleri kendilerini parçalamakta olan böylesine bir emperyalist dayatmayı kabul etmemektedirler. Devlet olmanın asgarî düzeydeki bilinci, bölge devletlerinin kendini koruma reflekslerini uyandırmakta, bu nedenle de Erbil Cumhuriyeti’ni tıpkı Mahabad Cumhuriyeti gibi bir yok olma süreci beklemektedir. Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i bu durumu çok iyi bildikleri için, yaratmış oldukları fiilî durumu geleceğe yönelik kurtarabilmek üzere her türlü baskıyı denemektedirler.

Irak, uzun süren bir diktatörlükten sonra bir askerî işgal ile karşılaşarak yıkılmış ve bu ülkenin topraklarında ikinci Kürt devleti macerası ortaya çıkarılmıştır. İran, Suriye ve Türkiye’yi de benzeri kader beklemekte, Mezopotamya’da başlatılmış olan Ortadoğu’nun Balkanlaştırılması sürecine Irak’a komşu ülkeler üzerinden devam edilerek, Siyonizm’in dünyaya egemen olma planı olan Büyük İsrail hedefi küçük eyalet devletlerinin Kudüs’e bağlanması yolu ile bölgesel bir federasyon yapılanması çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. İsrail merkezli bir Ortadoğu yaratabilmek için bölge devletlerinin tıpkı Irak gibi parçalanması gerektiğinden Irak’ta başlatılmış olan bölgenin Balkanizasyon’u planından geri adım atılmaması gerekmektedir. Bu nedenle, Irak’ın parçalanması ile ortaya çıkarılan kukla devletin korunması öncelik taşımaktadır. Komşu ülkelerin bu kukla devleti yok etmemesi için de kesinlikle bir sayasal çözümün gündeme getirilerek bölge ülkelerine zorla ve baskıyla kabul ettirilmesine çalışılmaktadır.

Mahabad Cumhuriyeti’nin yok oluşundan ders çıkaran, Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i, bu kukla devletin sonraki aşamada bölge ülkeleri tarafından yok edilmesini önleyebilmek amacıyla yeni planlar geliştirmektedir. Bu doğrultuda Irak’ın anayasası değiştirilmiş, Amerikan Yahudileri tarafından hazırlanmış bir Anayasa askerî işgal koşulları altında Irak halkına zorla kabul ettirilmiştir. Bu anayasaya göre artık Irak’ta tekrar eski düzene dönülmesi mümkün olmayacaktır. Irak’ta üçlü bir federasyon oluşturmak isteyen emperyalizm bunu gerçekleştiremeyince, bu kez ülkedeki onsekiz vilayeti eyalete dönüştürerek federasyona gidişin önü açılmıştır. Anayasada Kürtlere bir ayrıcalık tanınarak üç vilayetin eyalet görünümünde bir araya getirilerek otonom bir yönetime sahip olabileceği de açıkça belirtilmiştir. Böylece, askerî işgal sonrasında Irak’ta bir federasyona geçişin koşulları yeni anayasa ile yaratılmıştır. Irak’ta başlatılmış olan federasyon sürecinin sonraki aşamada bölge ülkelerine de taşınarak, bölgesel bir federasyonun İsrail merkezli kurulabilmesinin girişimleri sergilenmekte, Irak’a komşu olan ülkelerin böylesine bir zorlama sürece karşı çıkmaları ya da direnmeleri önlenmek istenmektedir.

Irak’a komşu olan ülkeler ise, başlarına neler geleceğini gördükleri için, kendi varlıklarını koruyabilme doğrultusunda bölgeye saldıran emperyalizme karşı korunabilmek üzere, bir platform oluşturmuşlardır. Zaman zaman bir araya gelen Irak’a komşu ülkeler topluluğu Irak’ta yaşananların kendi ülkelerine sıçramaması için önlemler almakta ve güçlerini birleştirerek kendilerini iç ve dış savaşa sürüklemekte olan olaylara karşı bir denge inisiyatifi bölgede geçerli kalmaya çalışmaktadırlar. Irak’ta iç savaşın önlenmesine öncelik verilmekte, İsrail ve ABD kışkırtmalarıyla zorla çıkartılmak istenen Şiî-Sünnî çatışmasının bütün bölge ülkelerini tehdit etmesinin önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Suriye ve Lübnan ile beraber İran’ın bölgede bir Şiî dayanışması kurması üzerine, mezhep savaşı kışkırtılarak, Türkiye’nin İran ve Suriye ile uzun süreli bir savaşa girişmesi, İsrail ve Amerika ikilisi tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu doğrultuda yürütülmekte olan emperyalist girişimler ve kışkırtmalar artık bölge ülkelerinin sabrını taşıracak noktaya gelmiştir. Buna rağmen morallerini bozmadan emperyalizme karşı başlatılan dayanışma ittifakı sürdürülmekte ve böylece Irak Savaşı’nın bütün bölgeye yayılması önlenmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle, savaş hâlen Irak sınırları içerisinde kalmıştır.

Mezopotamya bölgesini bütünüyle işgal eden emperyalizm, Irak’ın başına Arap nüfus çoğunluğunu dikkate almadan bir azınlık temsilcisi olarak Kürt aşiret reisini cumhurbaşkanı olarak getirmiş ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başlamıştır. İki aşiret reisi arasındaki geleneksel çatışmayı, böylesine yapay bir çözüm ile aşmaya çalışan emperyalizm, Irak’ın federasyon oluşunu bütün dünyaya ilân ederken, bunun içerisinden çıkardığı kukla devlet için de gelecekte güvenlik senaryoları araştırmaya başlamıştır. Arapların bir türlü Kürt devletini kabul etmemeleri üzerine kukla devleti güvenceye alabilmek üzere Irak’ın dışında çözümler gündeme gelince, Irak’ın komşuları bu doğrultuda kullanılmak istenmiştir. Bölgede Batı’ya en açık ülke olarak Türkiye bulunduğu için, ABD ve İsrail ikilisinin kukla devleti güvence altına alabilmenin yolu olarak Türkiye’yi kullanmaya öncelik verdikleri görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, Doğu ve Güneydoğu’daki vilayetlerindeki nüfus yapısı nedeniyle, Kuzey Irak’taki Kürt devletini kendisi için potansiyel bir tehlike olarak görmektedir. Benzeri bir biçimde, İran batısındaki, Suriye de doğusundaki nüfus yapıları açısından Kürt devletini kendi ülkelerini parçalayacak potansiyel bir tehdit olarak algılamaktadırlar. Bütün devletler kendi ulusal çıkarları doğrultusunda sınırlarının dokunulmazlığını ve ülkelerinin bütünlüğünü korurlar. Bölgeye saldıran İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de benzeri doğrultuda hareket etmektedirler. Yıllardır Amerikan devleti güney eyaletleri olan Teksas ve Kaliforniya’nın bağımsızlığına karşı çıkarken, İsrail’de Batı Şeria bölgesinde Filistin devletinin kurulmasına kışrı çıkmaktadırlar. Bu iki devlet kendi ülkelerinin birliğini ve bütünlüğünü korumayı kendileri için hak olarak görmektedirler ama aynı hakkı Türkiye, İran ve Suriye devletlerine tanımamaktadırlar. Devletler hukukuna ters düşen bu durumun Kürt devletinin tehdit ettiği üç komşu devlet açısından kabul edilmesi mümkün değildir. Irak’a komşu olan ülkelere zorla dayatılan yapay kukla devlet çözümünün bölge devletleri tarafından kabul edilemeyeceğini artık emperyalist güçlerin görmesi gerekmektedir. Birleşmiş Milletler kararlarını ve uluslararası hukuku hiçe sayan ABD ve İsrail ikilisi, kendi çıkarları için yapay olarak oluşturdukları Kürt devleti çözümünü Irak’a komşu ülkelere kabul ettiremeyeceği gerçeğini artık görmeleri gerekmektedir Zorla güzellik olmayacağı gibi zorla çözümde yarılamaz. Ülke ve bölge gerçekleri dikkate alınmadan tek yanlı çözümlerle uluslararası ihtilaflara çözüm getirebilmek mümkün değildir. Bu doğrultuda, ABD ve İsrail ikilisinin dünya tarihini bir kez daha gözden geçirmelerinde evrensel barış açısından yarar bulunmaktadır.

Üç yüz yıllık bir küresel proje olan Siyonizm, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkışışını yönlendirirken, Osmanlı sonrası için bu coğrafyada tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi Ortadoğu Birleşik Devletleri adı altında bir bölgesel federasyon düşünülmüştür. Şark Meselesi’nin ancak böylesine bir bölgesel federasyon ile çözüme kavuşturulabileceğini düşünen Siyonistler, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa tarafından çizilmiş olan bölge haritasını bir türlü kabul etmemişler, kendi planları doğrultusunda Balkanizasyon’u Ortadoğu’ya taşımaya çalışmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldıran Balkanizasyon sürecini Sevr haritası ile Anadolu üzerinden Ortadoğu’ya getirmek isteyen Siyonistler, bölge devletlerinin içerisinde daha küçük ölçüde bölgesel oluşumları desteklemişlerdir. Başta Kürtler olmak üzere, Ermeniler, Lazlar, Süryanîler, Maronitler, Dürziler ve Beluciler gibi alt gruplara küçük devletçikler kurdurmak isteyen Siyonizm’in İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri üzerinden alt kimlikle sosyal yapıları desteklemişlerdir. Böylece, bölgede İsrail’den daha büyük devlet bırakmayarak Kudüs merkezli Büyük İsrail yapılanmasının önünü açmak istemişlerdir.

Aynı doğrultuda geliştirilen “Ilımlı İslâm” projesi de, bölgenin büyük Müslüman halkını parçalamak, cemaatler aracılığı ile küçük devletçikler yaratmak için devreye sokulmuştur. Bir anlamda Kürtlerin düştüğü işbirlikçi duruma, ılımlı İslâm görüntüsü altında Müslüman cemaatleri de sürükleyerek kendi emperyalist projeleri doğrultusunda bölgeye yeni bir yapılanma kazandırmak istemiştir. İlân edilen yeni haritalarda bu tür projelerin açık görüntülerine rastlanmaktadır. Bölgeye saldıran güçler de, istedikleri haritaya bölge devletlerinin direneceğini açıkça görmekte ve bu doğrultuda tepkileri önleyebilmek üzere yeni yöntemler geliştirmektedirler. Özellikle Avrupa Birliği üzerinden Türkiye, Kuzey Irak’taki kukla devleti meşrulaştıracak bir yapılanma için hazırlanmaktadır. Demokrasi, insan hakları gibi kutsal kavramlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet olmaktan çıkartılması ve daha sonra da bölgesel federasyona uygun bir yapıya dönüştürülmesi için uzun süredir kullanılmaktadır. Demokrasi kavramı ile cumhuriyetin ulusal ve üniter yapısı aşındırılırken, insan hakları görünümünde de özellikle kültürel haklar ortaya çıkartılarak, müstakbel federasyonun altyapısı ve toplumsal tabanı hazırlanmaya çalışılmaktadır. Bu tür girişimler, Avrupa Birliği üzerinden yapılarak, Türkiye federasyona hazırlanmakta ve son aşamada Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin dışında kaldığı kesinleşince, bu kez de bölgesel yapılanma doğrultusunda Türkiye’ye yeni çözümler dayatılmaktadır. Kuzey Irak’taki kukla devleti meşrulaştırabilmek üzere, akla gelen her çözüm İsrail ve Amerikan lobileri tarafından Türkiye’ye ve Türk ulusuna resmen dayatılmaktadır. Türkiye’nin kendini savunmasına izin verilmediği gibi İran ve Suriye ile beraber hareket ederek emperyalist dayatmalara karşı bir korunma duvarı oluşturmasının da önüne geçilmek istenmektedir.

Uzun süredir, Irak’taki Türkmenler gibi Irak Kürtlerinin de bizim akrabamız olduğunu, Türkiye’deki İsrail ve Amerikan lobileri Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul ettirmek için sürekli kampanya yürütmüşlerdir. Türkiye’nin bir ulus devlet olması dikkate alınarak iki uluslu bir yapılanmanın kabul edilemeyeceği kendilerine söylendiği zaman hemen Türk devletinin faşistliği ilân edilmiş, milliyetçiliğin faşizm olduğu neoliberal gayrimüslim çevreler tarafından açıkça dile getirilmiştir. İslâm coğrafyasında, çok dinli, çok kültürlü ve çok etnisiteli bir kozmopolit yapılanma arayışı içinde olan gayrimüslim ve gayri Türk çevreler, Türkiye’yi ulus devletten çıkartabilmek üzere resmen iki uluslu yapıyı dayatmaya çalışmışlar ve bu doğrultuda bir Türk-Kürt federasyonunun kurulması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Irak’ın Kürtlerini bu doğrultuda Türkiye’ye akraba gösterenler, Irak’taki Kürt nüfusuna yakın bir çoğunlukta bulunan Türkmenleri görmeden gelmişlerdir. Irak ülkesini Şiî, Sünnî ve Kürt diye üçe bölenler, buradaki Türkmen nüfusu açıkça yok sayabilmişlerdir. Kozmopolit federasyon yolunda Kürtleri Türk devletine akraba gösterenler. Türkmenleri yok sayabilmişlerdir. Böylesine çifte standartlı bir yaklaşıma Türkiye Cumhuriyeti’nin alet olması beklenemezdi. Nitekim bu doğrultuda sermayenin güdümündeki küreselci basının zorlamaları geri tepmiş ve Türk ulusu dış dayatmalara prim vermemiştir.

Kürtlerin akrabalığı tezi işlerlik kazanamayınca, bu kez de kukla devleti Türkiye’ye “yavru vatan” diye yutturma numarası çıkartılmıştır. İsrail ve Amerikan çıkarları doğrultusunda kozmopolit federasyon peşinde koşan ikinci cumhuriyetçiler tarafından yoğun bir biçimde savunulan yavru vatan Kürdistan tezi açıkça anavatan Türkiye’nin parçalanmasına dönük bir girişimdir. Yılların yavru vatanı Kıbrıs Türk devletinin anavatan Türkiye ile birleştirilmesine karşı çıkan İsrail ve ABD ikilisi, kendi kuklaları olarak kurdukları yapay devlet Kürdistan’ı kurtarabilmek üzere bunu yavru vatan ilân etmekte ve anavatan olarak tanımladıkları Türkiye’ye bağlayabilmenin çabalarını göstermektedirler. Türkiye ancak Türklerin ve Türk devletlerinin anavatanı olabilir başka bir ulusun ya da emperyalizmin kuklası yapay devletlerin anavatanı olamaz. Küçük yapay devleti yavru vatan diye tanımlayarak Türkiye’ye kabul ettirmek, Türk devletine bağlayarak, bu kukla yapıyı Araplara ve bölgenin diğer devletlerine karşı korumak yeni emperyal proje olarak ortaya atılmakta ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ulusal ve üniter devlet modelini açıkça tehdit etmektedir. Türklüğe açıkça bir saldırının bilinçli bir biçimde yürütüldüğü bu aşamada, Kürtlüğü Türk devletine kabul ettirebilmek gibi bir hayal uğraşan emperyalizm hala bölge gerçeklerini görmemekte ve bir hayal olan Siyonist projeyi uygulayabilmek uğruna eşyanın tabiatına aykırı düşün yapay bir çözüm önerisini Türkiye’ye kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bütün yolların denendiği ama bir ilerleme görülmediği son aşamada yavru vatan yutturmacası gerçekten çok komik bir durum yaratmıştır.

Yavru vatan aldatmacası ile Türkiye’yi teslim almak isteyen İsrail Siyonizm’i ile Atlantik emperyalizminin artık görmesi gereken bir durum vardır. Dışarıdan zorla dayatılan çözüm önerileri bu bölgede ters tepmektedir. İran ve Türkiye gibi bin yıllık devletlerin bu bölgedeki varlıkları ciddî bir ağırlık taşımakta, İsrail’in ekonomik ve siyasî gücü ile Amerika’nın askerî gücü yetersiz kalmaktadır. İsrail dünyanın en güçlü lobilerine sahiptir ama bölgenin en küçük ülkesidir. Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük askerî gücüdür ama on bin kilometre uzaktadır. Bu nedenle, İran ve Türkiye’nin kabul etmeyeceği bir çözüm bölge için geçerli olamaz. Hele yavru vatan aldatmacaları ile hiçbir yere gidilemez. Bölgeye yapılan saldırı doğrultusunda, İran-Türkiye ve Suriye arasındaki başlamış olan savunma dayanışması, karşı cephe olarak ortaya çıkmakta ve bölgenin geleceği açısından daha çok etkili olmaya doğru ilerlemektedir. Dört yüz yıla yakın bir süre birbiriyle savaşmamış olan İran ve Türkiye ikilisi, belirli bir zeminde anlaşarak, ABD işgali sonrasında bölgenin geleceği için yeni bir düzen formülünü gündeme getireceklerdir.

Türk devletini ve ulusunu kukla devlet konusunda ikna edemeyen emperyalizm, İstanbul’un gayrimüslim sermayesini etkileyerek bunların Barzani yönetimine yardım etmeleri sağlanmıştır. Kapitalist ekonominin kuralları doğrultusunda emperyalizmin taşeronluğuna soyunan İstanbul sermayesi yeni Bizans ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda ABD ve İsrail ikilisinin güdümüne girerek, yapay devleti meşrulaştıran ekonomik ilişkilere girebilmişlerdir. Yavru vatan diye Türkiye’ye yutturulmak istenen yapay devletin bir eyalet statüsünde Türkiye’ye bağlanması, Türk ülkesinin her bölgesini eyaletleştireceği için, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal ve üniter yapısı parçalanacaktır. Devletin ve ulusun benimsemediği bu çözümün sermaye ve gayrimüslim çevreler tarafından benimsenmesi, Türkiye için ciddî bir tehdit yaratmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı vererek Sevr haritasını yırtan Türk ulusunun emperyalizmin dayatması bir kukla devleti yavru vatan diye kabul etmesi düşünülemez, hele bu doğrultuda parçalanmayı ve alt kimlikli eyaletlere bölünmeyi hiç düşünemez. Kerkük petrollerine kukla devlet ile el koymak isteyen emperyalizm, bu petrolü Akdeniz’e taşımak doğrultusunda yavru vatan diye Türkiye’ye bağlamak istemesi yeni karışıklıklar yaratacaktır. Kerkük-Yumurtalık boru hattını sürekli olarak bombalayan ABD-İsrail ikilisi işlerine geldi mi, Kuzey Irak’taki kukla devleti Türkiye üzerinden Akdeniz’e çıkartabilmenin hesaplarını yapmaktalar ve bu doğrultuda yapay çözümleri bölge ülkelerine dayatmaktadırlar. Kukla devlet bir başka ulus devlet oluşumunun ilk adımıdır ve Türk devleti için yavru vatan olarak kabul edilemez. Ancak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bir Türk devleti olduğu için Türkiye’ye yavru vatan olarak bağlanabilir ve bu çözümü de bütün Türk dünyası kabul eder. Emperyalizmin bu gerçekleri bilerek hareket etmesi, bölge barışı için daha gerçekçi çözümler getirecektir.